Derin Mevzular

Betonlar Arasındaki İnsanın Anlam Arayışı

Eşya deyip geçme!

Ah şu buzdolabı…

Tam karşıdaki balkonda duran küflü paslı eski buzdolabı; ne zaman kafamı çevirsem orada, yanındaki diğer ıvır zıvırla yağmur, güneş, sıcak, soğuk demeden bekliyor. Bütün bunlara maruz kalmasına rağmen atılamayan, bir türlü gözden çıkarılamayan bir garip eşya. Bu eski buzdolabı ne zaman dikkatimi çekse hemen o evde yaşayan insanları düşünmeye başlıyorum: kimler, neciler hiç bilmiyorum, ama gözümün önüne yaşlı bir çifti getirir bu küflü paslı eski buzdolabı. Senelerin yüküyle yaşayan, ıvır zıvır biriktirmeyi seven, doğrusu bir türlü atamayan yaşlı bir çift. Belki de yaşlı kadın dert yanıyordur eşine bazı bazı: “Bıktım artık bu ıvır zıvırdan!

Buzdolabından yola çıkıp evin içini düşünmeye başlıyorum bu defa. Balkonu bile gözden çıkaracak kadar ıvır-zıvır olmalı diyorum evin içinde. Çekmeceler, dolap içleri, çekyat altları kesinlikle eski ve kullanılmayan şeylerle dolu olmalı. Sahi bütün bunlar gerçekse, bu küflü paslı eski buzdolabı insanların yaşantısını ne kadar da ele vermiş olur. Gerçekten de öyledir, eşyalar ve binalar yıllar boyu yerlerinde öylece durarak bütün yaşantıya tanık olur ve bizi ele verir. Derler ya “Bu duvarların bi’ dili olsa da konuşsa!”diye. Bu konu çocukken de aklımdan geçerdi. Evimizdeki eşyalara bakıp “Her şeyi görüyorsunuz ama öylece duruyorsunuz” derdim. İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta “öylece” durdular; sanki başka bir şey yapabileceklermiş ama yapmamışlar gibi. Bu beklentiyi insanlara yöneltmek bile sorunlara yol açabiliyorken, eşyaları rahat bırakmak gerek tabii.

Hayata açılan pencere…

Yazılarda, paylaşımlarda samimiyet çok önemli diyollar. Şöyle bir düşünce de var “özelini paylaşıp insanlara onlardan biri olduğunu göster ki seni kendilerine yakın bulsunlar, bizden biri desinler“. İnsanların beni samimi ve yakın bulmalarına verdiğim önem nedir ya da samimiyet için sadece eşinle dostunla paylaştığın şeyleri bilimum mecrada sergilemeye gerek var mı? Tartışılır. Ama bu yazıda sizlerle -bence- özel şeylerimden birini paylaşıyorum, bakın: her gün hayata baktığım pencere. Bu pencerenin dışındakiler önemli -bu koca bir yaşantıyı temsil eder-, pencereden nasıl baktığınız ise daha önemli. İçerde kalan kısımda oda turu filan yapmayacağız maalesef. İçerinin dekorasyonu benim yazı yazma amacımla pek ilgili değil.

Betonlar, körfez, gökyüzü…

Bir arkadaşım, evimizin penceresinden bakıp “İnsan burada yaşadığını hisseder!” demişti. Başka bir arkadaşım ise “Şuraya bak! Resmen beton yığını, ne kadar çarpık bir kentleşme!” diye isyan etmişti. İkisi de farklı noktalara bakıyor ve ikisinin de haklı olduğunu düşünüyorum. Özellikle ikinci önermede inkâr edemeyeceğim bir bilgi var. İlkinde ise bilgiden ziyade öznellik ön planda. Benim için böyle durumlarda düşüncelerin hakkını verdikten sonra, esas mesele haklılık ya da doğru olanı dile getirmek olmuyor, daha önemlisi işlevsellik. İlginç olan şey aynı yere bakan iki farklı insanın o anda düşündükleri, pencereden hayata bakış açıları. Bazen bilgilerin pratikte bir faydası olmuyor. Bir nevi hocam bunu bilmek gerçek hayatta ne işimize yarayacak? meselesi. Koca koca nesiller bu sorunun cevabını bilemeden yetişti. Sonrasında bilgi insanların üzerinde durmadı, gerektiğinde takıp çıkarılan bir ziynet eşyasına dönüştü. Halbuki bilgi bir ihtiyaca cevap vermeli, bu en temelde bilme ihtiyacıdır. Bilme ihtiyacına hitap etmeyen, işlevsel olmayan bilgi insan için pek de bir şey ifade etmez. Velhasıl, insan pencereden bakarken ne görmek isterse onu görüyor, güzelliğe odaklanırsa bir yerlerden bulup çıkarıyor o güzelliği. Yok olumsuz düşünecekse -ki genellikle kolay olan budur- dünya zaten olumsuzluklarla dolu, kucağını açmış bizi bekliyor. Nitekim olumlu-olumsuz bu farklı düşüncelerle renkleniyor hayat; bazen siyaha boyanıyor bazen gökkuşağı renklerine bürünüyor. Ne her zaman siyah olabilir, ne de her daim rengarenk; hayat böyle.

Yaşadığımı ne kadar hissettiğim ve çarpık kentleşme şöyle dursun, ben bu pencereden her baktığımda etrafımda ne kadar farklı hayatların olduğunu düşünür dururum. İnsan tanımadığı insanları düşünür mü? Tanıdıklarından çok tanımadığı insanların yaşantılarına şahit olan biri, en çok da tanımadıklarını düşünüyor sanırım. Bu beton yığınları arasında sıkışıp kalmış nasıl hayatlar var diye merak ediyor. Benim kabuğumun dışında neler oluyor? Buralar hep hayatla dolu, nerede ve ne yapıyor bu insanlar? Is there anybody there who feels that vibration?

Evren, kuantum, hareket ve Forest Gump

Bazen kendi hayatımıza o kadar odaklanırız ki, o zaman diğer insanlar rolleri gereği sadece belli zamanlarda belli yerlerde bulunması gereken imgelere dönüşür. Tıpkı Matrix’teki gibi. Otobüste, metroda iş çıkışı yığılan o insan kalabalığına bakınca, kendi hayatına odaklanmış insan hepsine bir güzel lanet eder. Çünkü yegâne amacı bu imgelerden bir an önce kurtulup evine ulaşmaktır, ki o yığından kimi tutup çevirsek hepsinin amacı budur. Yani fareyle kimin üstüne tıklarsak dünyanın merkezi o oluyor, diğerleri hop imgeye dönüşüyor. Bu durumda kendini odağa alan insanın düşünceleri de sadece kendini ilgilendiren şeylerle sınırlı kalıyor. Benmerkezcilik mi denir, bencillik mi denir bilemiyorum, kategorize etmeye lüzum yok, bu kısmıyla işimiz yok. Nitekim çoğu insan böyle yaşamayı ya da genel anlamda yaşam tarzını kendisi tercih etmiyor; sisteme ayak uydurmaya çalışırken, büyüyüp yetişirken bir bakmışız böyle oluvermiş. Yargılamıyor ya da yadırgamıyorum.

İnsanın kendi hayatına odaklanması her ne kadar yaşantısını daha kolay kılacakmış gibi görünse de aslında işler öyle yürümüyor. Düşünce odağında sadece kendi amaçları, kendi hayalleri, kendi dertleri, kendi çevresindeki insanlar, kendi yaşamını idame ettirme ve güzel kılma çabası olan biri mütemadiyen kendiyle ilgili şeyleri düşünmekten hayattaki diğer şeyleri bir güzel kaçırır. Kaçırdıklarının farkında olmadığı için “neler kaçırıyorum” diyemez, o yüzden kişi fark edene kadar bu kısım pek dert değil aslında.

Buna benzer görseller göreceksiniz. Çoğunda “where the magic happens” yazar. Magic? Oh come on.

Kendine fazla odaklanan insanın esas çıkmazı -bence- tüm beklentilerini kendi iç dünyasının kurallarına göre inşaa etmesi. Bu iç dünyanın kurallarıyla da içinde bulunduğu fiziksel dünyanın kuralları uyuşmadığı zaman, karşılaştığı hemen her problemde “Neden ben? Böyle şeyler hep beni bulur zaten” minvalinde isyan edebilir. Bu durumda hoşgeldin kurban rolü diyoruz: psikoloji tanrıları kurban istiyor! Halbuki kişi kendine bu kadar odaklanmamış olsa, diğer insanların da benzer şeyler (ve/veya çok daha kötülerini) yaşadığını evrenin özellikle onunla uğraşmadığını görebilecektir. Bir de bu evrenciler vardı değil mi? Koskoca evrendeki pozitif negatif enerji oranını -artık ne kastediliyorsa burada- düşünce gücüyle etkileyebilenler… Evren sen bakma bunlara annem. Sen işte solucan deliğidir, karanlık maddedir, kara deliktir filan onlarla takıl; konu enerji olduğunda astronomi, fizik gibi bilimlerde adın geçsin senin. Hadi evreni de geçtim kuantuma filan da sıçramış bu kişisel gelişim furyası. Aman kaç kaç…

İnsan için en zoru kendi içindeki şeylere anlam verebilmesi sanırım. Bu pek zor olduğu için şeylerin kaynağını dışarıda ararız genellikle. Özellikle kurban rolüne girdiğimizde, problem olarak gördüğümüz konulardaki iç ve dış değişkenleri tayin etmekte zorlanırız. Hemen her şey dış kaynaklı görünür. Adı üzerinde: kurban, maruz kalan. Örneğin, “şu an işsizim ve işsiz olmamın sebebi piyasada yeterince iyi iş olmaması, eğer yeterince iyi iş olsaydı ben de rahatlıkla iyi bir iş bulurdum” çıkarımını ele alalım. Şöyle bir bakınca bu olayda pek de bir etkim yok gibi. Ama gerçekten öyle mi? Bir de şu açıdan bakalım, birkaç soru sormam gerek. Ben meslek seçimi yaparken neleri dikkate aldım? Seçtiğim meslekteki iş durumu nasıldı? Önüme gelen işlerden geri çevirdiklerim oldu mu? Bir de şu ‘iyi’ kavramı tamamen benim standartlarımın bir ölçütü değil mi? Çünkü iyi iş bulmak çok genel bir anlama geliyor, biraz açmak gerek bunu.

İşte bu sorulara vereceğim cevaplarla işsizlik konusunda kendi seçimlerimin ne kadar etkili olduğunu görmem gerek. Bunu görebiliyorsam, güle güle kurban rolü. Şimdi ne oldu? Problemin dış kaynaklı olmadığına kanaat getirdim demek ki hayatımı değiştirmek için kolları sıvamam gerek, harekete geçmem gerek. Run Forest run! İşte yüce hareket, nice felsefelerin çıkış noktası olmamış boşuna. Gerek devinim anlamıyla gerekse temel anlamıyla hayatımıza etki eden hareket… Mesela beynimiz henüz bu kadar alengirli işlerle ilgilenebilir bir yapıda değilken, ulvi organımızın kotarmaya çalıştığı ilk iş hareketti. Hatta beynimiz hareketle ilgili olayları düzenleyebilmek adına evrimleşmeye başlamış diyebiliriz. Örneğin bitkilerin beyni yok, hakaret etmiyorum canım adamın ihtiyacı olmamış da yok, olsaydı çatır çatır evrilirdi, bu konuda bitkilere olan inancım tam. Bak gördün mü köşede duran kaktüsü ağlattın! Neyse konu çok dağıldı geri dönelim. Kurban rolünün tehlikesi bakın burada: role bürünen kişi seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmiyor ve bir şeyleri değiştirme gücünü kendinde bulamıyor. Ona göre işler onun elinden çıkmıştır ve olaya sebep olan dış değişkenler değişmelidir ya da başka bir dış değişken yardım eli uzatmalıdır ki mevcut sorun çözüme kavuşsun. Evren de bizi bekliyordu zaten? Çok istersek olurdu değil mi?

Gel abla gel, insanlığa gel!

Yukarıdaki bol betonlu resmen tekrar bakalım. Al sana, bütün insanlık burada işte, bu betonların arasında; iyisi kötüsü hepsi buralarda bir yerlerde yaşıyor. Hep beraber yaşıyoruz; gün doğuyor, gün batıyor, birileri ölüyor, birileri doğuyor, birileri gidiyor, birileri geliyor. Tek tek süzüyorum daireleri, tıpkı buzdolabında olduğu gibi, gördüklerime uyacak yaşam formları şekilleniyor kafamın içinde. Her evde farklı sevinçler, farklı üzüntüler, istekler, telaşlar… Bunları düşünürken de aklıma logoterapinin kurucusu Victor Frankl geliyor. Logos Yunancada anlam demek ve logoterapi ismi de buradan geliyor. Bu yaklaşıma göre kişi varoluşuna bir anlam yüklemeli, çünkü bu anlam kaybolduğu vakit kişi hayatının iplerini elinden kaçırıp, başrolün figürana dönüştüğü bir film çevirmeye başlıyor. Problemlere yaklaşım tarzı logoterapide anlam temele alınarak şekilleniyor. Örneğin Freud olaylara bir şekilde hazzı, Adler üstünlük arayışını temele alarak yaklaşıyordu. Gelelim Victor Frankl’a… Frankl, üç senesini Nazi kamplarında (bunun bir kısmını Auschwitz’de) geçirmiş bir psikiyatr ve annesi, erkek kardeşi ile karısını bu kamplarda kaybetmiş. Ben uzaklara baktığımda betonlar görürken, Frankl uzaklara baktığında tüten bir baca görüyordu ve o bacadan çıkan duman yanan insanların dumanıydı. Frankl aklıma geldiğinde, utanıyorum; derdim tasam kalmıyor, Nazi kamplarında çekilen çileyi ve harcanan hayatları idrak etmeye çalışıyorum.

Acının anlamı ve apati

İnsanın anlam arayışını düşünürken Çilek.

İnsan kendi hayatına ne kadar odaklıysa, bir başkasının yaşadıklarına da o kadar kolay burun kıvırabiliyor. Aman canım seninki de dert mi? Bu kendine odaklanmışlık durumu, insanı en büyük acılara bile duyarsızlaştırabiliyor, çünkü o acı ne kadar büyük bir acı dahi olsa kişi tarafından bizzat tecrübe edilmediğinde bir anlamı olmuyor. Çok bilen ataların da dediği gibi: ateş düştüğü yeri yakıyor. “Milyonlarca insan öldü savaşta, bir sürü insan yaşadı Frankl’ın yaşadıklarını, bunlar yaşanıyor yani” diyip geçebiliriz. Zaten kimse de bu büyük acıların yasını tutarak, sürekli bunlara üzülerek hayatını felç edemez; ediyorsa bundan nasıl kurtulabileceğini bulmaya çalışır. Hatta insanın böyle bir acıyı sürekli olarak hissetmemek üzere evrilmiş bir doğası var.

Frankl, bahsettiğim acı çekme konusunu kampta hakim olan psikoloji üzerinden derinlemesine irdeler. Kampa gelen birinin yaşadığı ilk şey iliklerine kadar acı ve şoktur. Fakat sonrasında bu acı ve şok durumu yerini apatiye bırakıyor: alışmakla birlikte gelen hissizlik. Kişi burada durumun vahametinin hâlâ farkında ve bundan kurtulmak için can atar, fakat yaşadıklarına da alışmıştır artık. Her gün yaşanan şeyler şok etkisini kaybettirmiştir. Bu nedenle, toplama kampındaki biri için apati belki de onun fiziksel varlığını (oradaki yaşantıya “hayatta olmak” demeye dilim pek varmıyor) devam ettirmesini sağlayan şeydi. Ancak böyle ekstrem bir zorlanmaya mahkum olmayan insanlar için apati pek de iyi bir şey değil gibi. Yani insanın diğer insanların acılarından bir nebze etkilenebilmesi gerekir. Zira bu onun kişisel hayatı için de faydalıdır; “Aman canım seninki de dert mi?”nin yerini biraz da “İnsanlar neler yaşıyor, benimki de dert mi?” alsa fena mı olur? Bunun illa şükürcülük modunda olmasına da gerek yok aslında. Dertler bireyseldir, herkes farklı bir yaşantıya, farklı bir karaktere sahip ve birine acı çektiren şey diğerine hiç dokunmayabilir. Fakat bize dokunmayan acılara gark olmuş birine “nelerle uğraşıyosun yav kendine gel” diyerek sadece dar bir çerçeveden olaya yaklaştığımızı ortaya koymuş oluruz. Bunun daha da trajik hâli kişinin kendine “millet uzaya çıkıyor ben nelerle uğraşıyorum ya” demesi olabilir. Nelerle uğraşıyorsan, işte osun, yadırganacak ya da karşılaştıracak bir şey yok. Milletle doğup büyümedin, aynı genetik mirasa sahip değilsin, aynı yaşantılara -deneyimlere- sahip değilsin. Bir sen var senden öte senden içeri.. öhöm neyse.

Her şey bir yana, insan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.

Victor E. Frankl

Tagged , , , , , , , ,

2 thoughts on “Betonlar Arasındaki İnsanın Anlam Arayışı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir