Derin Mevzular, Ne okuruz?

Ölüm – I : Çok da Felsefi Olmayan bir Deneme

Merhaba, hepimiz öleceğiz. 

“Öleceğimiz gerçeği hakkımızdaki en önemli gerçektir.”

Ölüm – Todd May

“Dünyada ölümden başkası yalan.”

Yalan – Candan Erçetin

O zaman ölmeden önce düşünülmesi gereken bir konu olarak ölümün ta kendisi hakkında neden bir şeyler söylemeyelim? Epikuros’un buna cevabı “Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok, devamke.” olabilirdi. Ama insanlar için mevzu bu varoluş probleminden ziyade ölüm fikrinin tüm deneyimimize son vermesiyle daha çok ilgili bence. Tüm projelerini gerçekleştirmiş ve yaşadığı hayattan memnun kalmış birçok insan ölümden korkmuyor, huzur içinde ölebiliyor. Ya da tam tersi hayatıyla ilgili hiçbir plan yapamayanlar da -intiharı veya ötenaziyi seçenler- ölümden korkmuyor. Kabaca ölüm korkusuyla ilişkimizi hayatımıza dair gerçekleştirebildiğimiz ya da gerçekleştiremediğimiz projeler belirliyor. Proje kapsamında her şeyi düşünebilirsiniz. Gündelik şeyler, gelecek planları, iş, ilişkiler; boş boş oturmak dahil hayata dair her şey efem.

“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”

Sisifos Söyleni – Albert Camus

Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm?

Peki bu bahsettiğimiz projelerde ölecek olduğumuz bilgisinin etkisi nedir?

Tamam kabul, hepimiz bu bilgiye sahibiz. Peki bu bilgiyle ne yapacağız? Gerçekten şu ilkokulda sorulan soruyu çok anlamlı buluyorum. Bir insan safi bilgi edinmekten de hoşlanabilir elbette, ama bu gene o bilginin pratikte ona bir faydası olduğunu gösterir: zevk alıyor. Deyim yerindeyse aslolan pratik bilgeliktir (Aristoteles felsefesinde Phronesis). Anlaşıldığı üzere bu yazıda öleceğimiz gerçeğiyle neler yapabileceğimize bakacağız. Bana göre, bu bilgiyle hayatımda neler yapabilirim diye düşünmek bile bir pratik sayılabilir. Yani hiç değilse bazı anksiyeteler yaşanacak, varoluş sancıları çekilecek.

Zelda’nın pek sevmediği “Ölüm, Felsefi Bir Deneme”

Todd May’e göre hakkımızdaki en önemli gerçek öleceğimiz olsa bile, bu en acı gerçeğin kendi ölümümüz olduğu anlamına gelmez. Örneğin bir annenin çocuğunun ölmesi kendi ölümünü gölgede bırakabilir. Bunun farkında olmakla birlikte, bu yazıdaki odak noktamız bir başkasının ölümü değil, kendi şahsi ve biricik ölümümüz olacak efendim.

Eğer bir şekilde ölümden sonraki yaşam inanışına sahipseniz, aslında öleceğiniz gerçeğiyle yapacağınız pek de bir şey kalmıyor. Yazıyı bu noktada terk edebilirsiniz. Şaka şaka, lütfen devam edin. Yahudi-Hristiyan-İslam geleneğinde bu dünyadaki hayatımız zaten sonrası için bir sınav niteliğinde. Dolayısıyla dünyevi hayatımızın bitmesi bir mutlak son değil. Bir nevi form değiştiriyoruz ve film devam ediyor. Bizim burada ilgileneceğimiz şey ise böyle bir ölüm değil; mutlak son olan, her çeşit deneyimimizi sona erdiren, tüm gelecek planlarımızı anında iptal ediveren, tabiri caizse fişimizi çeken ölüm. Şaka bir yana, bu varsayım ile ölüm düşüncesiyle yüzleşmek çok daha zor. Kendi ölümümüz de şöyle dursun, sevdiklerimizin yok olmasına katlanmak ahiret benzeri bir inancımız olmadığında daha zor. Öte yandan bu bilgi bizi sevdiklerimize karşı daha anlayışlı, daha nazik bir tutuma da yönlendirebilir. İşte size ölüm bilgisinin pratik bir meyvesi. Ama sevdiklerimizi kaybetme düşüncesiyle ne yapabiliriz, -çok zor bir konu- ayrı bir yazı konusu olabilir.

Hayatımızın kırılganlığı

Ölümlü olduğumuzu biliyor olmamız hayatımıza türlü şekillerde etki eden bir gerçek. Gelecek planları yaparız, ilişkiler kurarız vs. Tüm bunları yaparken her şey yolunda gitse dahi kısıtlı bir vaktimiz olduğunu içten içe biliriz. Her şeyin yolunda gitmediği senaryoda da ölüm her an vuku bulabilir. Dolayısıyla ölüm yaşantımıza bir kırılganlık atfeder.

“Var olma nedenlerimiz, taşların var olma nedenlerinden daha fazla değil ve hayatımızın bir yanı güneşe bakıyorsa diğer yanı cehennem soğuğunda.”

Baudrillard

“… Bu ne beter çizgidir bu

Bu ne çıldırtan denge

Yaprak döker bir yanımız

Bir yanımız bahar bahçe …”

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Özetle, öleceğimizi biliyoruz fakat normal şartlar altında (ölümcül bir hastalığa yakalanmadıysak, uzay boşluğunda savrulan bir astronot değilsek, bir mağaranın dibindeki gölde yolumuzu kaybetmiş bir dalgıç değilsek vs.) bunun ne zaman gerçekleşeceğini tam olarak bilmiyoruz. Bu bir bakıma ölümün her an bizimle olduğu anlamına geliyor.

“İnsan yaşamı ölüm karşısında kırılgandır. Ölüm tarafından her an kırılabilir. Tam da bu yüzden, yaşam yalnızca sonunda değil, varoluşu boyunca kırılgandır.”

Ölüm – Todd May

Ölümsüzlük anlamlı mıdır?

Ölüm geldiğinde tüm anlamlar yok olur. Öte yandan hayatımıza anlam yükleme potansiyelini de ölümden alırız. Bu büyük bir laf, o yüzden biraz ikna olmamız lazım. Eğer ölüm hayatımıza anlam katmamızı sağlıyorsa, ölümsüz bir hayatın anlamsız olması gerekiyor. Dolayısıyla ölümün hayatımıza anlam katma potansiyelini bize nasıl verdiğini anlamak için ölümsüzlüğü ele almalıyız. Alalım.

Biraz düşünce deneyi yapalım. Otuzlu yaşlardaki hâlimizle ölümsüz olduğumuzu farz edelim. (Bunu yaparken nüfus problemini, kapitalizmi filan gözardı ederek yapmaya çalışalım. Evet ölümsüzlük fikri çok fazla değişkene dokunuyor farkındayım. Bu kadar ön kabulle tek bir şeyi değiştirmek çok tutarsız oluyor. Artık insan değil başka bir canlı türü olduğumuzu da hayal edebilirsiniz.) Ön kabullerimizi yaptıktan sonra ölümsüzlük, kişi odağında düşününce deneyimlemek istediğimiz hemen her şey için sınırsız şansımız ve vaktimiz olacağı anlamına geliyor. Örneğin yüz binlerce yıl sürecek olsa bile dünyanın her yerini görme ve oralarda yaşama imkanına sahip oluruz. Benzer şekilde çalamadığımız bir enstrumanda ustalaşmak için de sınırsız zamanımız var. İlişkiler konusuna girecek olursak, “Çok iyi bir dostluğun başka biriyle de kurulma ihtimali her zaman vardır. Şu an değilse bile sonra. Sonuçta her zaman vaktimiz var.” diyor Todd May. Yani kulağa çok duygusuz geliyor ama teknik olarak öyle. Peki her şey için vakit olduğunda problem nedir?

“Her şey için vakit olduğunda, herhangi bir şeyi önemli kılmak çok zordur.”

Ölüm – Todd May

Her zaman bir telafi edilebilirlik söz konusu. Bugün çok iyi basketbol oynayamıyorsam, limit sonsuza giderken elbet bir gün çok iyi basketbol oynayabilirim. Ama bir aciliyeti yok. Hemen çalışmaya koyulmam gerekmiyor. Hiçbir şey kaçırmıyorum. Yayabilirim… Bence bunu gayet ölümlü olan hayatlarımızda bile deneyimliyoruz. Örneğin, insan ne kadar yoğun bir programa sahipse, bulduğu iki saatlik boşluk onun için o kadar değerli oluyor ve daha verimli geçirmek istiyor. Ya da üç günlük bir yurt dışı gezisi planı yaptığınızı düşünün, eğer yolunuzun çok sık düşmeyeceği bir yere gidiyorsanız o üç günü en anlamlı -size göre- şekilde geçirmek istersiniz. Vakit bolsa, “ne olacak sonra yaparım” deme, efendim açık konuşalım: götü yayma eğiliminde olan canlılarız. Tabii ki bu benim deneyim ve gözlemlerimden çıkardığım bir genelleme.

Bugün değilse yarın, o da değilse öbür gün.

Ben bu satırları yazarken Çilek kafasını şu objeye sokmakla meşguldü. Kaçırmak istemediğim bir “an”dı.

Yukarıda vurguladığım kaçırmama durumu bence kilit nokta. Ölüm, hayatlarımızın her anını biricik hâle getiriyor. Ölümlü hayatlarımızda geçen her an, ömrümüzdeki toplam anlardan eksiliyor. Sallıyorum, hayatımın sonuna kadar sevgilime 1000 kere sarılabileceksem -bir şekilde bunu bilebilseydim-, şimdi sarıldığımda geriye 999 sarılma kaldığı anlamına geliyor. Toplam sayıyı bilmediğimizde bile her sarılmada, her geçen günde, her geçen anda bir şekilde sona yaklaştığımızı biliyoruz. Bu limitli olma durumu, harekete geçmediğimiz zaman bir şeylerden mahrum kalabileceğimiz anlamına geliyor. Bu bir şeyleri kaçırma korkusu ise takdir edersiniz insan psikolojisinde büyük yer tutuyor. Ölümsüz olduğumuz senaryoda ise hiçbir şeyden mahrum kalmıyoruz; kebap, mis, mi acaba? Bu soruyu başka bir soruyla destekleyelim. “Bir şeyden mahrum kalma ihtimalimiz yoksa, o şey artık anlamlı olmaktan çıkar” diyebilir miyiz? Somut örnek geliyor: Jeff Bezos’un kaybettiği 10 dolar ile Endonezya’da günlüğü 2 dolara çalışan bir işçinin kaybettiği 10 doların anlamı aynı mıdır? Anlam bizim, yani insanların ürettiği bir şeydir. Kıyamet kadar paranız varsa 10 doları, sonsuz yaşamınız varsa geçirdiğiniz anları önemsemezsiniz. (Bu an mevzusuna gelecek yazıda daha detaylı değineceğiz, burada bitmedi.)

Ölümsüzlüğün yavan tadını biraz daha almak için ilişkilere de değinelim. Çünkü ilişkiler de kaybetme, mahrum kalma korkusu üzerine kuruludur temelde. Birini kaybetmekten korkmuyorsanız, o kişinin sizin için önemli olduğu söylenemez. Ölümsüzlüğü de ne yaparsanız yapın asla bitmeyecek bir ilişki olarak hayal edebilir miyiz? Kulağa pek anlamlı gelmiyor. Adem’le Havva’nın elmayı yiyip ölümlülüğü seçmesi de ölümsüz ve her şeyin olduğu bir hayatın anlamsızlığından sıkılıp ölümlülüğü göze almaları olarak yorumlanır. Bu ölümsüz yaşamımızın her anının acı vereceği veya keyifsiz olacağı anlamına gelmiyor elbette. Bir noktaya kadar her şey güzel gidebilir. Ölümsüzlüğü sonu olmayan bir romanı okumak gibi düşünürsek belki ilk bin sayfa çok keyifli gidebilir ama bir yerden sonra her şey anlamsız gelmeye başlayacaktır.

Peki hocam, ölüm düşüncesiyle nasıl yaşayacağız?

Ölümsüzlüğün anlamı elimizden aldığına, ölümün hayatımıza hem anlam verip hem de bunu bizden geri alma gücüne sahip olduğuna ikna olduysak artık bununla nasıl yaşayacağız kısmına geçebiliriz.

Ölüm hakkında özellikle düşünmedikçe, toplumsal yaşantının sanki ölüm diye bir şey yokmuş gibi aktığını gözlemleriz. Günlük rutinler ve sürüyle gelecek planıyla dolu bir hengame. Bu hengamede geçtim ölüm düşüncesini insan bazen gerçekten yaşadığını (survive manasındaki) bile anlamayabiliyor. Çünkü insan yaşantısında eski çağlarda ya da diğer hayvanlarda (Çilek ve Zelda hariç) olduğu gibi gündelik bir varkalım mücadelesi yok. Bugünü nasıl çıkaracağız, yok efendim vahşi bir hayvan gelip bizi öldürür mü gibi yaşamsal dertlerimiz yok. Doğadaki gibi bir mücadelemiz söz konusu değil. Mücadelelerimizin büyük kısmı içinde bulunduğumuz kültürün bize dikte ettiği yaşantımızla ilgili. Burada “Afrika’da insanlar açlıktan ölüyor yahu!” diyebilirsiniz, evet. Ama yine de bunun doğal bir mücadele olduğunu söyleyemeyiz. Bazı insanlar refah içinde yaşıyorken bazıları ölüyorsa bu politik bir şeydir. Aslında herkese yetebilecek kadar gıdamız var. Neyse konuyu dağıtmayalım.

Memento Mori

Bu noktada Heidegger de insanların yaşamlarını çoğunlukla ölümü reddederek kurduklarını düşünür. Tabii bunu söylerken ölüm gerçeğinin hedefsizliğini, kaçınılmazlığını ve belirsizliğini yeterince kabullenmediğimizi kasteder. Diğer bir deyişle öleceğimizi biliyoruz ama buna inanmıyoruz. Halbuki inansak, ölüm kısıtlı bir zamanımız olduğunu göstererek hayatlarımızı yapılandırmamızda bize pekâla rehber olur. O kadar kültüre bulanmış varlıklarız ki -bizi doğadaki yaşantımızdan farklı kılan her şeye kültür diyorum- kültürün gerektirdiği şeylerle uğraşmaktan öleceğimize inanacak vaktimiz bile kalmıyor belki de. Yine örnekli gidelim.

Sözüm ona orta gelirli bir beyaz yakalı hayal edelim; 09:00-18:00 saat aralığında, bilmem ne uygulamasındaki bilmem ne özelliğinin neden çalışmadığını anlamaya çalışmakla meşgulken, bir yandan diğer iş arkadaşlarının sorduğu sorulara cevap vermeye çalışadururken, aklına ölüm gidim filan gel(e)mez muhtemelen. İşten geriye kalan sürede de -mesai yapmamak gibi bir şansı(!) olduğunu varsayalım- anca kendisinin ve ailesinin zaruri ihtiyaçlarını gidermekle ilgilenecek. Bunlardan sonra kendi için vakti kalırsa bir ihtimal yaşamdı, ölümdü filan diye düşünecek ve durmayıp hayatını ona göre düzenleyecek… Sıradan çinko karbon beyaz yakalının bile aklına ölüm düşüncesi pek düşmüyorsa bir de şöhret ve güç sahibi insanları düşünün. Yıllar evvel fularsız entel Immanuel Tolstoyevski’nin yazılarını okurken şöyle bir kısımla karşılaşmıştım. Bu şöhret ve güç sahibi insanlara Antik Roma’da ölümü nasıl hatırlatıyorlarmış bakın:

” Antik Roma’nın muzaffer komutanları, yeterince şanslılarsa, şehre döndüklerinde Triumph denen bir törenle ödüllendirilirlerdi. Silahlarını bırakmış ama ganimetleri dahil tam takır olan ordularının başında, bir savaş arabası üstünde, coşkulu kalabalıkları selamlarlardı. Bu esnada gaza gelip kendilerini Herkül veya Mars sanmasınlar diye, Senato’yu küçük görmesinler diye, arabadaki bir köle kulaklarına sürekli “unutma, sen sadece bir ölümlüsün” diye fısıldarmış. Memento mori yani ölümü hatırla

Ölümü hatırlama mevzusunu biraz dikkatli ele almak lazım. Oturup kalkıp ölümü düşünmek de, hiç başımıza gelmeyecekmiş gibi yaşamak da iyi bir strateji değil. Sürekli ölümü düşündüğümüz takdirde aslında içten içe onu kontrol etmeye çalışıyoruzdur. Sürekli ölümü düşünen biri evden çıkamaz hale gelebilir. Bu da yaşama bir seyirci gibi katılmaya benzer. Yok saymak da elimizdeki biricik hayatı hor kullanmaya benziyor. Çok düşünmeyeceğiz, yok saymayacağız; peki hocam ne yapalım? Bunu Todd May’in antika saat örneğiyle yanıtlayabiliriz. 

Hayat, kıymetli bir antika saat.

Antika ve çok kıymetli bir kol saatinizin olduğunu düşünün. Bu saat çok kıymetli olduğu için onu hiç takmayıp asla zarar görmeyeceği bir yere koyabilirsiniz. Ama bunu yaptığınızda saatiniz zamanı gösteren bir nesne olmaktan çıkıp müzelerde sergilenen türden, deyim yerindeyse sadece seyirlik bir nesneye dönüşmüş olur. Fakat günün sonunda bu bir saattir ve onu takmak da istersiniz. Taksak olmuyor, takmasak olmaz. Todd May’in akıl yürütmesine bakalım:

“O zaman muhtemelen antika saati kullanmanın en iyi yolu onu takmaktır ama bunu yaparken de dikkatli olmaktır: Nevrotik bir dikkatlilik değil tabii ki, ama onu zevkle takarken aşırıya kaçmamak, zihninizin bir yerinde onun üstünüzde olduğu gerçeğini tutmak ve belki de ona her baktığınızda, güzelliğinin veya yaşının veya karakterinin sizi etkilemesine izin vermek.”

Elbette Todd May’in bahsettiği nevrotik olmayan dikkatliliğinize rağmen, beklenmedik bir anda saatiniz işlemez olabilir, çalınabilir, kordonu kopabilir. Yine de onu kısa bir süreliğine takmak bile hiç takmamaktan iyidir.

Tabii böyle okurken antika saat örneği filan kulağa mantıklı geliyor ama bu düşünceyi deneyimlerimize sokabilmek için çalışmak gerek. Jaspers’ın sınır durum olarak tanımladığı bazı deneyimlerle de insan ölüm düşüncesini iliklerine kadar hissedebilir. Ama bu sınır durumlar çok büyük acılar, travmalar, felakatler olabilir. Şu tarz hikayeler duymuşsunuzdur: “O ameliyattan sağ çıkınca hemen boşanma ve taşınma kararı aldım. Hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. Hayatın ne kadar kısa olduğunu anladım.” O ameliyatlardan sağ çıkamayabiliriz. Hayatta ne yaparsak yapalım, bir yandan da şans kumandanının askerleri olduğumuzu unutmamak gerek. Dolayısıyla sınır duruma gelmeden ölüm düşüncesiyle nasıl yaşarız sorusuna kafa yormak çok daha mantıklı.

Tagged , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir