Derin Mevzular, Ne okuruz?

Hayatımızın Boyutları ve Yaratıcılık üzerine

Bazen gün içinde yatay hayatın işlerine fazlaca gömüldüğümü fark eder, ruhumun nefes almak istediğini hissederim. Bu his geldiğinde materyal hayatın nesiyle kafa yoruyorsam -genellikle işimle ilgili bir detay olur- onu bırakıp camı açarım. Camdan dışarıyı izlerken, benim dışımda koskocaman bir alemin olduğunu, hayatın çok yönlülüğünü, her şeyin altından başka başka anlamlar çıkabileceğini ve ölümlülüğü hatırlarım. Bazen de kediler vasıtasıyla gelir bu aydınlık his: işin gücün ortasındayken pat diye Çilek masada beliriverir. Yatay hayatın işleyişine bir dil çıkarır.

Kediler, yataydan dikeye geçişimde bir booster gibiler.

Kedilerden feyzalarak gördüklerimle ya da camdan nefes alırken aniden beliriveren farkındalık halinden uzaklaştığımda hayatın tadı yavanlaşır. O hissiyatı sürekli korumak mümkün değil elbette. İnsan materyal hayatın içine düştükçe daha çok düşebiliyor. Bunu fark etmeyen biri kapılıp gider. Her gününüzün bir diğerinden farksız olduğunu düşünüyorsanız, bu durum bahsettiğim halden epeyce uzaklaşmış olduğunuzu, kapılıp gittiğinizi gösterir. Böyle zamanlarda insan evrendeki her şey aynıymış gibi hisseder. Gün doğar, gün batar. Kişide hiçbir değişiklik olmaz, sanki yaş almaz. Kelimenin tam anlamıyla hayat bir üretim bandına benzer, mekanikleşir. Her günün aynı geçtiği hissiyatı ancak yüzeyde, veya yatayda, derine inmeden, dikeyde ilerlemeden yaşayan -yaşamak denirse- insanların anlayabileceği bir şeydir.

Yatay ve dikey

Başlıkta bahsedilen boyutlar: yatay ve dikey. Bu iki terimi Nihan Kaya’dan olduğu gibi alıntılayıp kullanmak istiyorum. Yazma Cesareti’nde şöyle diyor:

Çilek köşeye küçük bir iz bırakmak istemiş.

“Bakmak, yürümek yatay eylemlerdir. Görmek, düşünmek ve hayal etmek dikey. Bir edebiyat eserinin metni onun yatay gerçekliğidir. Alt-metin ise onun dikey boyutuna karşılık gelir. Bir eser alt-metni oranında güçlüdür. Başka bir deyişle bir edebiyat eseri bizi metnin kendisinden ne kadar öteye götürebiliyorsa sanatsal olarak da o kadar değerlidir.”

Nihan Kaya – Yazma Cesareti

Jung’un psikolojisinde kişinin dış dünya ve iç dünya arasında bölüştürdüğü bir enerji vardır. Yani dış dünyaya ne kadar çok enerji verirseniz, bu iç dünyaya o kadar az enerji kalacağı anlamına gelir. Tersi de geçerlidir. Camdan bakma ihtiyacımı bu açıdan değerlendirdiğimde, sanki o dış dünyada -yani yatayda- fazlaca birikmiş olan enerjiyi içime doğru aktarma isteğiyle eyleme geçiyorum. İnsan olarak bütün meselemiz belki de bu iki dünyayı dengede tutabilmek.

“İnsan hayatının başlıca zorluğu, dikey ve yatay eksenler tarafından çekiştirilmesinden, bu ikisi arasındaki çatışmadan ileri geliyor.”

Nihan Kaya – Yazma Cesareti

Freud’un yanılgısı

Hakim kültür, düzen, hayat; bizim yatayda kalmamızı ister. Herkes aynı anda kalksın, aynı saatlerde işte olsun, aynı günlerde tatile çıksın. Böyle yaşarken de gayet mutlu olduğunu düşünsün; mutlu olduğu bir anı hatırladığında paylaşmak için throwback thursday‘i beklesin ister. Tam olarak ne zaman mutlu olması gerektiğini de insanlara kitlesel hakim düzen söyler. Mesela herkesin gittiği şık bir restorana gidilirse mutlu olunur. 

“Mutluluk insanın yalana inanabilme yeteneğine bağlıdır. İnsanlar öyle kendiliklerinden mutlu filan olmazlar. Birisi çıkar onlara mutlusunuz der. Onlar da inanır.” 

Atilla İlhan – Zenciler Birbirine Benzemez
Bahsettiğim yavan tadı almış bir Zelda.

Yatayda bu şekilde yaşamak insanlar için kolaydır, rahattır. Yaşantısını salt yatay boyutta sürdüren sürüyle insan vardır. Ama dikeyde yol alamamak yazının başında bahsettiğim yavan tadı insanın ağzına çalıverir. Her zaman bilinç seviyesinde olmasa da o tadı almamak pek mümkün değil gibidir. Türlü türlü şekillerde yüzeye çıkmak isteyen bir tattır bu. Örneğin bir müddet sonra kişide büyük bir anlamsızlık hissi oluşturmaya başlar. Bazı insanlar bu anlamsızlık hissinden kaçmak için de çareyi gene yatayda arayabilirler. Yerinde duramayan, kendini sürekli meşgul etmek isteyen, daldan dala konan insanlar vardır. Bu insanlarda kendisiyle başbaşa kaldığında gelen o yavan tadı bastırma eğilimini görürüz. Nitekim Freud da mutluluğu yatayda aramış ve dışarıdan bakıldığında hiçbir semptom göstermeyen kişilerin içindeki anlamsız boşluk hissini bu nedenle görememiştir. Çünkü Freud’a göre mutluluk aslında yataydaki bir mutluluk, yani zevk ya da haz.

“Kültürel yaşayışımızın içi boş görüntülerden ibaret olması, bu deneyimlerin dikey değil yatay kaynaklı oluşuna dayanır. Çoğumuz müzelere içsel arayışın bir neticesi olarak gitmeyiz; ziyaret ettiğimiz şehirde bir müze, bir sergi olduğu için, kitlesel yatay düzlem bizi o müzeye gitmeye bir şekilde teşvik etmiş olduğu için gideriz.”

Nihan Kaya – Yazma Cesareti

Kaynağını yatay motivasyondan alan eylemler “yaşanagelir”. Kendiliğinden yaşanagelen bir hayat gerçek değildir; hayat sadece bilindiği zaman gerçek olur, diyor Jung. Buradaki bilmek, yatay anlamda yaşanan bir şeyin dikeydeki anlamını idrak etmek anlamında. Bunu “bir şeyi yapmış olmak için yapmak” ve “yaptığı şeyi onunla hemhal olarak yapmak” eylemleri üzerinden örneklendirebilirim. İlki tamamen yataydadır; burada müzeye gitme motivasyonu şudur: “ben de gittim, eksik kalmadım”. Hemhal olarak yapmak ise dikeydedir, hemhal olabilen insanlar yaptıkları şeylere başka bir boyut kazandırırlar. “Eliyle yaptığı işi yüceltmek” diye bir tabir vardır. Fakat hemhal olabilmek tabiri caizse her yiğidin harcı değildir. Nedenini anlayacağız efendim.

Bireyleşiyorum öyleyse varım

Aslolan dikeydeki motivasyonun yataydaki yaşantımızı belirlemesidir. Tam tersindeki hayat gerçek değildir. Öte yandan toplumsal yaşantıda sıklıkla kendimizi maskelediğimiz olur. Buradaki ihtiyacı anlamak gerek. Örneğin istemesek de toplum içinde yaşarken bazı kurallara uyarız. Bunun için farklı farklı personalar geliştiririz. İş hayatındaki personam ile gerçek benliğim birbirinden farklıdır. Persona geliştirmekte bir problem yoktur, önemli olan personamız ile gerçek benliğimiz arasındaki farkın bilincinde olmaktır. Bu ayrım bireyleşememiş kişilerde ortadan kaybolur ve tehlike o zaman başlar. Kişi personasının insanına dönüşürse sahte hayat görüntüleri izlemeye başlarız.

Bir örnekle somutlaştıralım: kişisel sosyal medya hesabınızdaki paylaşımlarınız sizi ne kadar yansıtıyor? İnsanların daha çok beğendiği paylaşımlarınıza göre şekil alıyorsanız, bu motivasyonun yataydan geldiğini gösteren bir işarettir. İş hayatındaki persona ihtiyacı ile kıyasladığımızda aslında burada başka bir kimlik yaratma ihtiyacı yoktur. (Aç parantez: Daha doğrusu ben ihtiyaç olmadığını düşünüyorum. Yaygın kullanış şeklinde insanlar toplum baskısını yine hissedip persona ihtiyacı duyabiliyor, bu konu bambaşka bir yere gider. Kapa parantez). Fikrimce sosyal medya, görülebildiği takdirde kişinin dikeydeki potansiyelini ortaya koyabileceği bir fırsat ortamıdır. Ancak beğeniye göre bir persona yaratıp o personanın insanı olmaya çalışmak kişiyi kendinden ve bireyleşme sürecinden uzaklaştıran, yatayın daha önce bahsettiğim konforlu ve basit hayatına doğru iten bir şeydir. Kişi bir tek kişinin bile beğenmeyeceğini düşündüğü, hatta bazılarını rahatsız edeceğini bildiği bir paylaşımdan geri durmuyorsa, orada bir bireyleşmeden söz edebiliriz. Olaya sanat perspektifinden bakacak olursak, hiçbir yazar “Bu yazdıklarım da Ahmet’in hoşuna gitmez, boşver yazmayayım” gibi bir şiarla üretmez. Bir şeyler üretiyor ve satıyorsa dahi buna sanat eseri denemez. Orada ancak yatayı besleyen, yataydan nemalanan ve yine yatayda kalan bir eylem söz konusudur.

“Sanat ve edebiyat, yatay olan her şeyi dikeyleştirme, bu sayede, olağan yatay akışına bırakıldığında ölü olacak hayatı genişletme, canlandırma çabasıdır.”

Nihan Kaya – Yazma Cesareti

Jung’a göre birey (individual) hâlâ bir parçası olduğu topluma rağmen kendi özel benliğini muhafaza eder. İngilizcedeki individual kelimesinin “bölünemez” anlamı bu noktada çok kıymetli. Birey olan kişinin bölünemez, kimse tarafından nüfuz edilemez bir özü vardır. Bu öz kişiyi ötekilerden ayırır. Ötekinden ayrılamayan bir varoluş aslında varoluş değildir. Yaşamak ile var olmak meselesi işte budur. İngilizcedeki “exist” kelimesi “bir şeyden ayrılmak” anlamını ihtiva ettiği için varoluşu “exist” ile düşünmek bizi doğru yere götürür: varoluş kişinin çevreyle arasındaki ayrımın farkına varmasıyla başlayan bir süreçtir.

Jung’un enerjisi bitmiyordu

Jung’un iç ve dış dünya arasındaki enerji dengesine dönelim. Enerjiyi sürekli dış dünyanın işleriyle/eylemleriyle tüketirsek ne olur? İç dünyaya enerji kalmaz. Yaratıcılık gerektiren işler iç dünyayla, yani dikeyle ilintilidir. Bu sebeple sanatçıların, yazarların yaşantılarına baktığımızda yataydaki aktivitelerinin pek fazla olmadığını görürüz. Aksine, sanatçılar dış dünyaya akmış fazla enerjinin insanı nelerden mahrum bıraktığının farkındadır. İç dünyasına enerji ayırmayan biri, benliğiyle irtibat kuramaz. Benliğiyle irtibat kuramayan biri bireyleşemez. Bireyleşemeyen biri ise yaratıcı bir şey ortaya koyamaz. 

“Yazarlar herkes gibi yaşıyor göründüklerinde, yani yatay anlamda herkes gibi yaşadıklarında bile herkes gibi yaşamıyorlardır. Nitekim yazmak, bu yaşama güçlüğünden doğan bir istek ve ihtiyaçtır. Yatay düzenle, kitlesel akışla sorunu olmayan kimsenin gerçek anlamda yazmak için bir nedeni olmaz. Herkes gibi yaşayan biri, yazmayı muhtemelen “güzel ifadeler ve hikayeler kaleme almak” zannediyordur.”

Nihan Kaya – Yazma Cesareti

Hocam çok okuyorum, çok biliyorum ama olmuyor.

Bir insan çok kültürlü, çok okuyan, çok bilen biri olabilir. Ancak her çok okuyan/bilen aynı zamanda yaratıcı olmuyor. Hatta büyük bir çoğunluk yaratıcı değildir. Yaratıcı olmadan çok bilen kişi, bilgileri ve deneyimi bir sünger gibi emer. Bilgiler öylece durur, ya da sadece yatay dünyaya hizmet edecek uğraşlar için kullanılır. Burada bilgi ve deneyim de kitlesel bir tüketim unsuru haline gelmiştir.

Anlatmak istediğimi Nihan Kaya, Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı (orijinal adı The Fountainhead, yani “Fıskıye-Kafa”) isimli romanı üzerinden çok güzel anlatıyor. Romanda yukarıda bahsettiğim gibi çok kültürlü iki karakter var. Bunlardan biri Ellsworth Toohey, popüler sanat eleştirileri yazan ve kolektivist kitlesel düzen üzerinden rant elde eden biri. Howard Roark ise yaratıcılığı temsil eden karakter. Ayn Rand bu iki karakter arasındaki farkı şu şekilde dile getiriyor:

“Ellsworth’ün belleği serilmiş sıvı çimento gibi bir şeydi. Üstüne düşen her şeyi tutardı. Roark bir fıskıyeyken, Ellsworth bir süngerdi.”

Suyu bilgi gibi düşünürsek, fıskıye bu bilgiyi etrafa saçıp onun başka şeylere dönüşmesini sağlar. Örneğin toprağa saçılan su çimlerin büyümesinde bir role sahiptir. Belki etraftan geçen bazı insanları ıslatır ve kızdırır. Çocuklar ise fıskıyeden saçılan suyla ıslanmaktan pek hoşlanır. (Burada, örnekle çok ilgili olmasa da Jung’un yaratıcılığı çocuk arketipiyle açıklamasına da işaret edelim.) Fıskıye suyun potansiyelini dönüştüren bir roldedir, yaratıcılık da budur. Bir sanat eseri her zaman kendisini oluşturan unsurların daha fazlasıdır. Eserde parçalar birleşmez, sentezlenir ve dönüşür. Tıpkı anne ve babanın bir çocuk dünyaya getirmesi gibi.

Sünger ise suyu içinde toplar. Öylece süngerin içinde duran su işlevsizdir. Fıskiye ve sünger arasındaki bir diğer büyük fark ise bence olayın sürdürülebilirliğiyle ilgilidir. Fıskıye gelen suyu sürekli dağıtır, yani yaratıcı eylem süreklidir. Bunu Nihan Kaya’nın “bir kişi bir hikaye yazdıysa bin hikaye daha yazabilir” sözüyle bağdaştırıyorum. Süngerdeyse durum tam tersidir. Süngeri sıkmadığımız takdirde bir süre sonra su dahi alamayacak ve yapısı bozulacak, deforme olacaktır. “Süngeri sıkıp fazla suyu atma” metaforunu ise kişinin hayatına dokunmayan, hiçbir şeyle entegre olmayan, bir farkındalık yaratmayan, dönüşmeyen bilgisinin belleğinden uçup gitmesi olarak nitelendiriyorum. 

Toplumsal yatay bizden sünger olmamızı bekler, fıskıyeleri kırmak ister. Mesele topluma rağmen fıskıye olabilmekte.

Kaynak: onedio.com

Tagged , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir