Derin Mevzular, Ne okuruz?

Aşk Üzerine-I: Aşk mı, değil mi, eğer aşksa; ne içerirdi, ne içermezdi?


“Zaten aşk dediğin, onu “o” sanmak, ondan “o”na ulaşmak, onu “o” yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?”

Cem Mumcu -Kendine Bakma Kitabı

  

Konuya nerden bakacağız?

İnsanla ilgili fenomenlere sadece biyolojik, sadece evrimsel ya da sadece kimyasal bir bakış açısıyla bakmak düşünsel çerçevemizi oldukça daraltır. Yani bu “sadece” durumu, fenomenlere anlam verebilmek açısından epey bir sıkıntılı. Bu yazıda ise aşka biraz psikoloji biraz da felsefe (aslında psikoloji ve felsefe arasında da kesin bir çizgi yok, iç içe geçmiş disiplinler) tarafından bakmayı planlıyorum ama bu diğer disiplinlerin söylediklerini bir kenara attığımız anlamına gelmez.

Evrimsel tabana indirgeyecek olursak, aşk dediğimiz şey, verimli döller oluşturabilmek için eş seçiminde bize rehberlik eden bir tetikleyici rolünde. (Daha ilk paragrafta indirgeme yok deyip böyle başladık, hadi bakalım.) Bu anlamda çok da faydalı olmuş, zira eşler arasındaki bu çekim olmadığında üreme olayı epey bir sıkıntıya düşebilirdi. Bunu fark eden Schopenhauer, “tamam yaşayın bir şeyler ama çok da abartılacak bir şey yok, amacı belli bu işin” diyor. Schopenhauer’in bunu Darwin’in evrim teorisinden daha önce ortaya atması da ayrıca ilginç ve övgüye değer bir şey tabii. Bunu kabul etmekle birlikte, bu bilgiyle nasıl yaşayacağız? Kendi kendimize, “bu evrimin bir oyunu, bana eş seçtirmeye çalışıyor, yemem ben bunları” mı diyeceğiz? Olmaz efendim, çünkü gönül evrim dinlemez. Ya da evrim gönüle, beni dinleme! diyor, gibi bir şey.

Yukarıdaki bilgi bize aşkın insanlığın evrimsel gelişimi süresince oluşumu ve gelişimiyle ilgili nedensel bir açıklama sunuyor; güzel. Ancak bir elimize biyolojiyi öbür elimize mantığı alıp, insanla ilgili geri kalan her şeyi boş verdiğimizde, yanılgılara düşeceğimiz kesin. Çünkü insanı isterseniz atomlara kadar indirgeyebilirsiniz, ancak böylesine komplike bir sistemi bu şekilde ele almak insanın psiko-biyolojik varlığını yok saymak anlamına gelir. Kaldı ki insandan, yani duygularının esareti altında yaşayan tamamen öznel bir yaratıktan bahsediyoruz. Tabii isteyenler duyguları da çok güzel bir şekilde indirgeyebiliyorlar: “Oksitosin hormonu az olan insanlar sadakatsiz olur”. Doğrudur, böyle bir eğilim söz konusu olabilir. Peki olaya sadece bu açıdan bakarsak bir aldatma vakasında aldatan kişi “canım kusura bakma bugün oksitosinim çok düşüktü, aklım başımda değildi” gibi bir bahaneyle gelse, partneri karşılık olarak “olur öyle” mi demeli? “Başlatma oksitosininden şimdi!” gibi bir cevap duymak daha muhtemel. Bu yazıda biyolojiyi ve kimyayı bir kenara bırakıp -etkilerini inkâr etmiyorum elbette- biraz düşünsel anlamda aşkı irdelemek istiyorum. Biyoloji ve kimyaya başka bir yazıda gene bakarız.

Talihsiz Filozoflar

(1788-1860) “Hiçliğin o keyifli dinginliğini yok yere bozan bir olay diye niteleyebiliriz hayatımızı.”

Schopenhauer’ın aşk konusundaki eyyorlamaları ile biraz daha ilgilenelim. Hayat hikayesinden kesitlere baktığımızda, kendisinin bir miktar “ulaşılamayan ciğerin mundar olması” sendromu yaşadığını düşünmeden edemiyor insan. Özellikle kadınlarla ilgili bazı yorumları oldukça antipati uyandırıyor. Şunun gibi:

“[Kadınlar], çocuk gibi, aptal ve basiretsiz, yani tek kelimeyle koca birer bebek oldukları için, özellikle ilk çocukluk dönemimizde bize bakıcılık ya da öğretmenlik yapmaya çok uygundurlar”

Alain De Botton – Felsefenin Tesellisi

Bak sen şu işe. Peki Schopenhauer’ın bu düşüncelerini aşk konusunda biraz talihsiz olmasına dayandırabilir miyiz sizce? Biraz tarih sayfalarını karıştıralım o halde. En sevdiğim şeylerden biri başkasının günlüklerini okumaktır:

“Yıl 1831. Berlin’de yaşayan Schopenhauer evlenmeyi bir kez daha düşünmeye başlar. Dikkatini 17 yaşına yeni basmış, güzel, neşeli bir kız olan Flora Weiss’a çevirir. Bir sandal partisinde, kızı etkilemeye çalışan filozof ona gülümseyerek bir salkım beyaz üzüm uzatır. Flora, günlüğünde bu olaydan şöyle söz ediyor: “Üzümleri yemek istemedim. Yaşlı Schopenhauer onlara dokunduğu için midem bulandı. Avcumu açtım; salkım yavaşça kayarak suya düştü.

Schopenhauer hemen Berlin’den ayrılır: “Dünyanın gerçek, içkin bir değeri yok; dünya aslında isteklerle, yanılsamalarla dönüyor.””

Alain De Botton-Felsefenin Tesellisi

Tabii adam açısından bakacak olursak üzücü bir durum. Ama kendisinin olaya tepkisi şaşırtmayan bir insan tepkisi olarak, “elindekini olumlayıp yüceltirken, erişemediğini tu-kakalamak“.  Bu konuda Nietzsche’nin hakkını vermeden geçmeyelim. Nietzsche’ye göre insanlar, gerçekte istedikleri ama güçsüz olduklarından uğruna savaşmaya yanaşmadıklarını yeriyor, pek istemedikleri halde sahip olduklarını öve öve göklere çıkarıyorlardı. Kendisi bir zamanlar fikirlerini beğendiği Schopenhauer’den oldukça farklı bir noktaya varmış. O da mutluluğu bulmak için çokça çabalamış bulamadığında ise lanetler okuyup aradığı şeyin değerini düşürmeye yeltenmemiş, her seferinde o değeri vurgulamaya devam etmiş. Daha bilgece değil mi?

O zaman işin düşünsel ve duygusal yönünü yerlere vurmadan, Schopenhauer dayımızı bir kenara bırakıp, konuyu daha derinlemesine ele alalım. Burada yine kendi düşüncelerimi okuduğum filozoflar, yazarlar, psikologlar ve psikiyatrların düşünceleriyle harmanlandığım, büyük oranda öznel cümlelerin kurulduğu bir yazı okuyacaksınız. Zaten konu aşk, duygular ve düşünceler; neresinden tutsak bir öznellik içereceği malumunuz. Katılıp katılmamak size kalmış.

Şuraya severek okuduğum birkaç kitabı ekleyeyim dedim, Çilek de kareye girmeden duramadı. Peki Zamanın Kısa Tarihi ve aşk ne alaka? E zaman önemli önce onu kavramak lazım. Buraya Schopenhauer’ın “Hayatın Bilgeliği Üzerine Aforizmalar”ını da ekleyecektim ama vazgeçtim. Ne yalan söyleyeyim, kendisini birçok konuda antipatik buluyorum.

Aşkın Dönemleri

1-Romantik Dönem

Şimdi, aşk dediğimiz şey iki evreden oluşuyor; ilki romantik dönem, akıl ve mantığın pek devrede olmadığı, karşımızdaki aksırsa “ne güzel aksırıyosun”, tıksırsa “ne güzel tıksırıyosun” diye hayran olabildiğimiz dönem. O yüzden burası toz pembe.

Kelebeklerin muhtelif yerlerimizde uçuştuğu bu dönemde sevdicekler öyle bir anlatılır ki tanıyıp bilmeyenler kazara Yunan Tanrısı filan zannedebilir. Halk arasında “cicim ayları” olarak da tabir edilen bu dönemde, hormon fıçısına daldırılıp çıkarılmış organizmalar olarak ortalıkta gezinir dururuz.

Bu dönem çok güzel olmakla birlikte, bu dönemde kişilerin gerçeklik algıları geniş bir ölçekte farklılıklar gösterebilir. Mesela kimileri bilincin kapısına bir asma kilit vurup çıkmışken, kimileri bu dönemi biraz daha bilinç düzeyinde yaşayabiliyor. Bu kısım insanın karakteriyle ilgili sanırım (yani belki başka parametreler de vardır ama biz tüm karar mekanizmasının toplandığı yere karakter diyelim).

Bu dönem bilinç düzeyinden ne kadar uzakta yaşanırsa, insanın karşısındaki kişiyi gerçek anlamda tanıyabilme potansiyeli de kanımca bir o kadar düşük oluyor. Yani şöyle düşünün, karşınızdaki insana beş kat hormonla allanıp pullanmış bir perde arkasından bakıyorsunuz. (Tabii tüm olayı hormonlara indirgemek de pek doğru olmaz, muhtemelen kişiyle ilgili başka dinamikler de devreye girer.) Velhasıl bu durumda gerçeklik algınız epey bir değişikliğe uğrayabilir. Dolayısıyla beyinde yaratılan imgeyle, gerçekte var olan nesne birbiriyle örtüşmeyebilir. Mesala bazı ilişkilerde bu perdenin kalkmaya başlaması ile birlikte, ki bu ilk dönemin sonlanıyor oluşuna dair bir işarettir, “ya sen hiç böyle biri değildin, çok değiştin”, “ben seni çok yanlış tanımışım” gibisinden cümleler yeşermeye başlayabiliyor. Halbuki kişiler genel anlamda aynıdır, buradaki değişim bakan gözle, ışık miktarıyla ve perdelerle daha çok ilgilidir. Yani yazının en tepesindeki alıntıya bakacak olursanız o ile “o”nun pek farklı olduğunun bilince işlemesi durumu.

2-Olgun Dönem

Aşkın ikinci evresi ise olgun dönem; akıl ve mantık devreye girdiğinde de devam eden hayranlık ile kişiyi, dört dörtlük ya da mükemmel olduğu için değil, “o” kişi olduğu için; yaralarıyla, irinleriyle, iyi ve kötü yanlarıyla sevebilme dönemi.

İşte bu döneme girmek her ilişkiye nasip olmuyor, çünkü burada yukarıda bahsettiğim şekilde ciddi bir sevgi tanımına ihtiyacımız var. Bana kalırsa bu evreye ulaşamayanların, sadece ilk evreyle kısıtlı kalanların aşk yaşadığını söylemek, aşkı ayağa düşüren bir yorum olur. Çünkü “güzel sevebilmek” diye bir şey varsa bu kendini olgun dönemde gösterir ve bu mesele büsbütün bir yaşam tarzı, karakter meselesi, hatta insan olma meselesidir.

Bazıları olgun dönemi aşkın sevgiye dönüşmesi şeklinde de yorumlayabiliyor fakat benim düşüncem bu yönde değil. Aşk ve sevgi birbirine dönüşebilen şeyler değil, aşk daha çok içinde sevgiyi de barındıran daha kapsamlı bir küme gibi. Yani her aşk sevgi içerir fakat her sevgi aşk boyutunda değildir diyebiliriz. Aşkın sevgiye dönüştüğünü söylemek, aşkı hormon faaliyetine indirgemekle eşdeğer diye düşünüyorum. Zamanla bu hormonsal faaliyetlerde değişimler (heyecan azalıyor, mantık devreye giriyor vs.) yaşandıkça da “efendim aşk bitti” deniyor. Yok öyle yağma.

Bazı insanlar ilk dönemde yaşadıkları heyecanın geçtiğini hissedip ardından da olgun dönem gelmeyince “artık aşık değilim, bu yaşadığım aşk değil” diyerek yeni heyecanlar arama girişimlerinde bulunabiliyor. Ya da yaşadığı her neyse ona razı gelip yola devam ediyor. Benzer şekilde aşkın ömrüne değer biçen insanların da görüşlerinde sadece ilk dönemi baz aldıklarını düşünüyorum. “Aşkın ömrü iki sene” diyor mesela. Yani bu iki senenin sonunda yukarıda bahsettiğimiz perdeler açılıyor, büyü bozuluyor falan fıstık. Fakat bu bakış açısı, yukarıda da söylediğim gibi, yine aşkı yozlaştıran bir değerlendirme olur. Yani aşkı daha yüksek bir noktaya taşıyor, ele ayağa düşürmüyoruz efendim; ortada bir aşk varsa bu sadece ilk dönemden ibaret olamaz. Çünkü gerçek bir aşk ikinci evreyi mutlaka tadacaktır.

 

Aşk gerçekliğin ilk ışıklarında kaybolacak bir sistir, diyor sigarasını içerken Bukowski. Sana da katılmıyoruz sayın Bukowski sen de şöyle Schonpenhauer’ın yanına doğru geç.

 

Bağımlılık vs. Bağlılık

“Batı düşüncesinde aşk’ın temel anlamda dört çeşidi var. Basitçe anlatmak gerekirse ilki libido: bu bildiğiniz seks ya da şehvet. Sonra eros geliyor: bu yaratmaya ve üretmeye dönük, daha yüksek ve daha derin biçimi aşkın. Sonra philia geliyor: daha dostluğa, kardeşliğe yakın bir sevme biçimi. Ve agape: adanmış, karşılıksız, menfaatsiz sevgi.

İdeal olan, gerçek bir ilişki ve aşk deneyiminde bunların hepsinin olması.”

Cem Mumcu – Kendine Bakma Kitabı

Birine şuursuzca duyduğunuz hislerin, şuurunuz yerine geldiğinde çok başka şeylere dönüşmesi bence o kişide aşkı değil daha başka şeyleri bulduğunuzun göstergesi olabilir. Örnek verecek olursak, bazı insanlar partnerleriyle ortak yaşam ilişkisi geliştirmiş oldukları için, aslında sağlıklı olmayan bir ilişkiyi aşk zannedebiliyorlar. (buradaki ortak yaşam ilişkisi benim Engin Geçtan’dan öğrendiğim bir kavram. Kısaca, kişinin hayatına anlam katan varoluşsal sorumluluklarını kendisi üstlenemediği için tüm anlamı partneriyle birlikte olmasına yüklemesi olarak açıklanabilir. Yani bir birey olma söz konusu değil.)

Bu durumu bağımlılık ile bağlılığın birbirine karışması olarak ele alabiliriz. Bağlılıkta bir ilişki içinde ayrı iki birey vardır ve bu bireyler bir bütünlük oluşturur. Bireyler özgürdür, dolayısıyla gitme özgürlüğüne de sahiptir ve bu özgürlüklerinin bilincinde olarak gitmemeyi tercih ederler. Bence aslolan da budur, gitme özgürlüğü olmayan (bağımlı biri) zaten gidemez. Ancak bu özgürlüğe sahip olup da gitmemeyi tercih etmek orada mutlu bir şeylerin döndüğünün işaretidir.

Sağlıklı bir ilişkide partnerler birbirlerine çantada keklik gibi görünmez. Zaten gerçek bir ilişki tanımında “merak” olmazsa olmazdır. Acaba o ne der, ne düşünür, ne yapar, gider mi gitmez mi merakı. Bu merak tükendiğinde ilişki de bitmiş sayılır. Çünkü birini merak etmemeniz için, o kişinin her koşulda ne yapacağını, ne düşüneceğini tahmin edebiliyor ve karşınızdakini kalıplara sokabiliyor olmanız gerekir. Diğer bir ihtimal ise kolay hissedilir olan, artık o kişinin ne düşündüğüne ya da ne hissettiğine dair bir ilginizin kalmamış olması. Her iki durumda da partnerinizin düşünsel anlamda öldüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bir ilişkide merakın olmaması ölümü simgeler. Katil de aşçıdır muhtemelen.

Kediler her daim merakla baktıkları için aşk yaşamaya çok müsait canlılar. Belki de kedi besleyenlerin pervane olması bundandır.

Narsistik Aşk?

Narsistik bir aşk mümkün müdür? Yani narsist biri gerçekten aşık olabilir mi?

Bağlılık olayına değindik. Bağımlılık olayını mercek altına aldığınızda ise orada bir acziyet olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla bağımlı kişinin partnerinin gitme özgürlüğünün olması kişiyi rahatsız edecektir. Gitmeyeceğini, hep orada olacağını teyit etmek ister. Bu mevzu ise güven mevzusuyla çok karıştırılır. –“Beni asla terk etmez, ben ona güveniyorum. Onu tanıyorum. Yapmaz o öyle şeyler. Biliyorum.” – Bağımlı olan taraf zaten bu durumundan ötürü kalmaya mecburdur, başka alternatifi yoktur. Çünkü bağımlılıkta kişi, temelde kendiyle ilgili bir yaraya merhem olması beklentisiyle sevgi nesnesine düşkünlük geliştirir. Bu bazen maddi sebepler yüzünden olur, bazen manevi, bazense ikisi birden etkilidir. Her ilişkide insanların birbirine destek olması gayet normaldir ancak safi destek görmek için bir ilişki kurmak, ne bileyim biraz parazitik bir durum.

“Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.”

Erich Fromm – Sevme Sanatı

Gelelim narsistik aşka.
Narsist birinin partneri kendi içinde yaşadığı özgüven sorununu bastırabilecek biri olmalıdır. Zaten kendisinden daha alt bir seviyede konumlandırdığı insanlarla ilgilenmez. Amacı kendisinin bir üst versiyonuna ulaşmaktır. Çünkü “bakın bu da benim ilişkim/partnerim, ne kadar muhteşem. Demek ki ben de ne kadar harikayım ki bu adam/kadınla birlikteyim.” illüzyonunu yaratması ve kendini tatmin etmesi gerekir. Her ilişkide bu tatminin bir dereceye kadar hissedilmesi normal olmakla birlikte -çünkü her insan bir miktar narsistiktir, olmak da zorundadır- kişilik bozukluğu seviyesinde narsistik birinin derdi zoru tamamen kendisiyle olduğu için durumu patolojiktir.

Narsistiklerin yarattıkları bu illüzyon bizde efsane bir aşk senaryosu hissi oluşturabilir. Çünkü narsistikler ihtişamı sever ve yaşadıkları aşk da dillere destan görünür. Narsistik biriyle birlikteyseniz sürekli kendinin ne kadar harika olduğunu göstermeye çalışan romantik, entelektüel (kendisini hangi konuda kanıtlamak istiyorsa) komplimanlarla karşılaşabilirsiniz.

Narsistik aşkın diğer bir özelliği ise kanımca putlaştırıcı olmasıdır. Kişi kendindeki eksiklikleri partnerinde bulmak ister. Dolayısıyla sevgi nesnesi tüm ışığın ve mutluluğun kaynağı adeta bir summun bonum (üstünlük simgesi) olur. Ancak böyle bir beklenti ilişkiyi oldukça kırılganlaştırır ve hata affetmez bir noktaya getirir. Çünkü kimse mükemmel değildir ve narsistik kişinin bu beklentisi ömür boyu karşılanmayacaktır. Karşıdakinin “o kadar da harika” biri olmadığının idrakina vardığında narsistik kişi için yeni limanlara yelken açma vakti gelmiştir. Bu döngü bu şekilde devam edip gider. Aslında acıklı bir hikaye söz konusu; kişinin narsisizmi gerçek aşkı ya da sevgiyi tatmasına bir engel teşkil ediyor. Çünkü gerçek aşk ve sevgi bir mükemmellik arayışı değildir ve karşındakini eksiğiyle gediğiyle sevebilme yetisi ister. Tabii narsist birine “neden böylesin?” demek ya da onu yermek tuhaf olur. Elinde olsa o da böyle bir yaşantıyı tercih etmezdi muhtemelen.

Velhasıl, toplumda kendini aşk gibi gösteren birçok ilişkinin bağımlılıktan öteye geçmediğini düşünüyorum. Aşk kılıfı giydirilmiş bağımlılık durumunda senaryo biraz da arabesktir. Bunu etrafınıza baktığınızda fark edebilirsiniz; bazı çiftler bir araya geldiklerinde anlamlı oldukları izlenimini verirler. Yani iki kişinin bir birey etmesi durumu. Bana kalırsa bireyselliğini elde edememiş biri özgürce sevemez ve ilişkilerinde bağımlılık ile bağlılık karmaşasını sürekli yaşar. Bireysellik kazanmak ise başlı başına bir “challenge” olduğu için, aşk çok da sık rastlanan bir şey değildir. Buradan yine aşkın bir karakter, daha iddialı olmak gerekirse herkesin yaşayamayacağı bir olay olduğu noktasına çıkıyorum. Çünkü insan nasıl biriyse, gerek aşk gerekse diğer insan ilişkilerindeki arayışı bu karakteri çerçevesince şekilleniyor.

“İlişki bir sanattır ve bu konuda karşı cinsle olan ilişkilerle genel olarak insan ilişkileri birbirinden soyutlanamaz. Bu nedenle bir insan bunların birinde çırak, diğerinde usta olamaz.”

Engin Geçtan

“Birini gerçekten tanımak mı istiyorsunuz? Etrafındaki insanlara nasıl davrandığına bakın.”

Agah Aydın

  

Sadece bir (1) şeyi/kişiyi sevmek

Başka insanları kılıçtan geçiren birinin sizinle gerçek bir sevgi bağı kurması mümkün olabilir mi? Hani şu bir tek seni seviyorum, diğer insanlara tahammül edemiyorum’cular vardır. Bu duygu-durumla hareket eden iki insan bir araya geldi mi, birlikte dünyayı karşılarına alabilirler! Erich Fromm Sevme Sanatı’nda bu tarz bir ilişki için şöyle bir yorumda bulunur:

“Birbirine aşık olan iki insanın başkalarına karşı sevgi duymadıklarını sık sık görürüz. Bunların sevgisi aslında iki kişilik bir bencilliktir; bu iki kişi kendilerini sevgilileriyle bir sayar, yalnızlık sorununu tek bireyi iki kişiye yayarak çözmeye çalışırlar. Bir bakıma yalnızlıklarından kurtulmuşlardır ama öbür insanlardan koptukları için birbirlerinden de ayrıdırlar; kendilerinden kopmuş olduklarından bir olma yaşantıları aldatıcıdır.”

Erich Fromm – Sevme Sanatı

Yine Ahmet İnam’ın bu konu üzerine kurduğu üç cümlesi vardır ki, bana kalırsa bu 3 kısa cümleyle aşk turnusolu olmayı başarmıştır :

“Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla’yı sevmek değildir. Leyla’da bütün insanlığı sevmektir.”

Ahmet İnam

Erich Fromm’un belirttiğinden yola çıkarsak, bu durum partnerler için her ne kadar gurur okşayıcı görünse de bir o kadar da risk barındırır. Çünkü insanlara kolayca düşman olabilen, kaba sözler söylemekten çekinmeyen biri, aslında partnerine de pek farklı davranamaz. Davrandığını görüyorsanız bile, arka planda farklı işler dönüyor olabilir; mesela bu gerçek karakterini ortaya koymadığının, ya da partneriyle daha farklı, bir nevi faydacı bir ilişki geliştirmiş olduğundan kendisini saklama ihtiyacı duyduğunun ve iyi bir persona -maske- takındığının göstergesi olabilir. Yani bu işin altını üstünü bir kurcalamak lazım.

Tabii bazen yıllar sürse de er ya da geç insan kendini ortaya koyar, çünkü özünde olmayan bir role bürünmek -mış gibi yapmak, yakın ilişkilerde belki işler yolundayken mümkün olabilir. İşler yolundayken iyi olmaksa matah bir şey değil gibidir. Bu sebeple, insanlar içlerine bastırdıkları birtakım karakter özelliklerini daha çok çatışma anlarında, eleştiriye maruz kaldıkları ya da öfkeli oldukları durumlarda sergilerler. İşte bu hassas noktalarda kişinin hissettiklerine kulak vermesi, hem kendini hem başkalarını daha gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmesi için çok önemlidir.

Şimdi ekrana iyice yaklaşın daha önemli bir şey söyleyeceğim: bu bahsettiğim içe bastırılmışlıklar var ya, işte onları ne kadar derine itelediysek, karşılaştığımız olumsuzluklarda yaşadığımız patlamalar da o kadar şiddetli oluyor. Çünkü kapalı kaplar yasası: nerden bastırırsan farklı bir yerden pırtlıyor. İşin komik kısmı bir yana, bu patlama anlarında ortaya çıkan Demogorgon’u karşımıza alıp bir konuşmak gerekiyor. Hacım nedir senin derdin? Neye kızıyorsun bu kadar? Ne yaran var da gocunuyorsun? gibisinden şöyle ciddi ciddi, iki lafın belini kırabilmek gerek. Yani insanın duygusuna bakması işte bu demek oluyor. Çünkü ne oluyorsa, bu Demogorgon’u inkâr etmekten, ya da ondan kaçmaktan oluyor. -Çok kafiyeli yazdım- Nitekim bizler Çilek gibi pamuk şekerden evrilmedik, olumlu hislerimiz olduğu kadar olumsuz hislerimiz de var. Aslında olumlu veya olumsuz his diye bir şey de yok, bunlar bizim taktığımız sıfatlar; sadece hislerimiz var. Muhtemelen sosyal yaşantıda sevilmeyen, istenmeyen, kötü şeylere sebep olacağı ve bu yüzden bastırılması ya da yok edilmesi gerektiği düşünülen hislerimizi “olumsuz” olarak damgalıyoruz. Bu nedenle şu meşhur “kendini sev, sen şöyle biriciksin, böyle harikasın” mantralarını bir köşeye bırakıp, kişinin kendini tüm yönleriyle değerlendirip kabul etmesi, bana kalırsa daha gerçekçi bir kişisel gelişim imkânı yaratmak anlamına gelir.

Toparlayacak olursak; dedik ya iyi günde iyi olmak çok matah değildir diye, o yüzden insanların ilişkilerdeki çatışma durumlarını iyi gözlemlemesi gerekiyor. Kişilerin bu çatışma durumlarındaki bakış açıları, duygu ve düşünceleri karakterleriyle ilgili kendilerinin bile farkında olmadıkları detayları ele verebilir. Huh! Çok gizemli oldu bu kısım.

Aşk Olsun

Yazının bu kısmına kadar ağırlıkla “aşk olmayan”ın üzerinde durduk gibi oldu. Aslında bir şeyin ne olduğunu anlatmak isterken “ne olmadığını” anlatmak beyinde o şeye dair daha anlamlı bir yer oluşturuyor. Biz yine de biraz da “aşk olan”a gelelim efendim. Benim duygu ve düşünce dünyamdaki aşk tanımına uyacak sözleri çoktan söylemiş, yazmış, çizmiş bir sürü insan var. Bazen “anlatamam yaşaman lazım” dediklerimizi birileri çok da güzel bir biçimde anlatabiliyor. O zaman onlara sanatçı diyoruz.

“Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana bir şey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum.”

Cem Mumcu-Kendine Bakma Kitabı

Konu derin o sebeple ilk bölümün sonu diyelim.

Tagged , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir