Derin Mevzular, Ne okuruz?

Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkârı

Ambrose Bierce’ın “Şeytanın Sözlüğü” adlı kitabı şu maddeyi içeriyor:

Zihin isim. Beyin tarafından salgılanan gizemli bir madde biçimi. Başlıca faaliyeti kendi doğasını anlama çabasıdır. Ama bu girişim boşunadır, çünkü kendini anlamak için elinde kendinden başka hiçbir şey yoktur.

Nitekim bizler beyinlerimiziz ve beyinlerimizin yöntemlerinden bağımsız bir şekilde olaylara yaklaşmamız mümkün değil. Beyinlerimiz de birtakım önceden belirlenmiş (kalıtsal) ve hükmümüzün geçmediği önkoşullar çerçevesinde işlemek durumundaysa, özgür bir iradeye sahip olabilmemiz mümkün müdür? Birtakım olayları değerlendirirken ne kadar rasyonel olabiliriz? Yoksa “insan doğası” başlığı altında toplayabileceğim bu çıkarımları bir kenara koyup, insan zihninin bomboş bir sayfa, işlenmemiş bir maden ya da şekil verilmemiş bir oyun hamuru gibi dünyaya geldiğini ileri süren düşünceye mi hak verelim? Bu düşünceye göre insan doğası dediğimiz şey kalıplara sıkıştırılamaz ve genetik aktarım bir şekilde reddedilir. İnsan zihni çevresel etkenlerle şekillenir ve yeni doğan her bebek bomboş, mis kokulu, tertemiz bir sayfadır. Gerçekten de öyle midir?

Ahlakın Temeli ve Evrimsel Kökenleri

Bebeklerin ahlak anlayışını anlamak üzerine birtakım deneyler…

Videoda gördüğünüz çalışma (izlediğinizi varsayarak) sayfanın bomboş olmadığını gözler önüne seriyor. Hiçbir şey bilmediğini düşündüğümüz bebekler bile iyiyi ödüllendirebiliyor, kötüyü cezalandırabiliyor, kendi gibi olanı kayırabiliyor, kendinden olmayanı dışlayabiliyor: bildiğin yetişkin insan yahu, sanki büyümüş de küçülmüş keratalar.

Küçük çocukların jetonlar konusundaki bencil seçimleri ve daha büyük çocukların cömert tutumları ise çalışmadan çıkan diğer önemli sonucu gösteriyor: kötü eğilimlerimizi bastırma şansına sahibiz. Ancak bu, eğitimle insan doğasını tamamen değiştirebileceğimiz anlamına da gelebilir mi? Birtakım yatkınlıklarımızın fabrika ayarlarımızda olduğu inkâr edilemez mi? Bu ayarları değiştirmek olası değil mi? Peki, iyilik ve cömertlik toplum için faydalı ise ve insanlar buna göre hareket ettiklerinde daha huzurlu bir toplum meydana gelecekse, toplumdaki bu kadar kötü olay kaynağını nereden alıyor? Biz insanlar yeterince mantıklı hareket etmiyor muyuz? Yoksa farkında olmadan seçimlerimize yön veren başka etkenler mi var?

Sorular sorular…

Çilek, “Boş Sayfa” ile ilgili görüşlerini sunarken.

Bu yazıda bol bol soru sorup yanıtlar aramaya çıkıyoruz efendim. Muhtemelen birçok sorunun da cevabını veremeyeceğiz, çünkü bu sorular nice bilim adamlarının üzerinde çalıştığı ve cevapları bulmak için ömrünü adadığı konularla ilgili ve odakta insan olduğunda 2*2 her zaman 4 etmeyebiliyor.

Bu konular üzerine yazmaya Steven Pinker’ın “Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkârı” isimli kitabından edindiğim bilgiler ışığında niyetlendim ve içerik de kendisinin fikirleri ve verdiği bilgiler doğrultusunda şekillenecek. Yani ortaya atacağım iddialar onun çalışmaları ve yorumları olacak. Kitaptaki verilerse; zihinle uğraşan bilişsel bilim, zihin ile madde arasında bağlantı kuran bilişsel sinirbilim, biyoloji ve zihin arasında bir köprü kuran davranış genetiği ve biyolojik yapı ile kültür arasındaki bağı inceleyen evrimsel psikoloji gibi alanlardaki çalışmalar doğrultusunda yazılmıştır. Zaten bu konular çok derin ve hassas olduğu için sağlam bir temele dayandırmadan fikir üretmek ya da yorum yapmak pek makul olmayacaktır.

Birey vs Toplum

Steven Pinker, insanların aldığı kararlarda her zaman bireyin kendisinin öncelikli olduğunu dile getiriyor. Örneğin bir insan cömertse, ilk olarak kendine birtakım avantajlar sağlayacağını bildiği için cömertçe davranır. Cömert insanlar sevilir ya da bu bir statü göstergesi olabilir, dolayısıyla hem birey için fayda sağlar hem de topluma da faydalıdır. Yani tam bir win-win durumu söz konusu. Bu şekilde düşündüğümüzde “karşılıksız iyilik yapmak” eylemi bir nebze rafa kalkmış oluyor. Hiçbir karşılığının olmadığını düşündüğünüz bir iyiliğin bile size sunduğu bir şey vardır. En karşılıksız durum olan fedakârlıkta bile vicdanınız rahatlar. Yoksa neden fedakâr davranacaksınız ki? Bencilce gelebilir ve bu tarz indirgemeler insanı nihilizme doğru da sürükleyebilir.

Ç: Adım geçiyor, Celda kalk! Adım geçiyor!

Peki ya bireyin çıkarları toplumun çıkarları ile uyuşmuyorsa ne olacak? Şöyle bir soru daha soralım: diyelim ki büyük bir yangın çıktı ve odalardan birinde kendi çocuğunuz var, diğerinde ise  tanımadığınız on çocuk var. Bir seçim yapma hakkınız olsaydı hangi çocukları kurtarırdınız? Teoride bire karşılık on kişiyi kurtarmayı tercih etmek mantıklıdır. Ancak pratikte kimse kolay kolay bu kararı veremez. Burada devreye giren kendinden olanı kayırma ve sahiplenme hissi, akraba seçilimidir ve evlat da bu konuda zirvededir. Çünkü zat-ı şahane evrimin zaferidir; bütün vücudun gece gündüz o olsun diye çalışmış iliğini kemiğini sömürmüştür ve tüm enerjini ona harcayıp dünyaya getirmişsindir, genlerini yaşatacaktır, agudur gugudur, nurtopudur…  Uzun lafın kısası  bireysel seçilim, grup seçilimine üstün geliyor denebilir. Bu örnek biraz uç kısımdan olabilir ancak durum böyle olmasa bile akrabayı ya da kendinden olanı kayırma her toplumda görülen oldukça yaygın bir durumdur. Basit bir örnek daha vermek gerekirse: Çilek bir kedidir, sokakta da birçok kedi vardır. Ancak diğer kedilerin değil de Çilek’in başına bir şeyin gelmesi beni daha çok üzer, çünkü zihnimde ona ayırdığım yer farklıdır, Çilek’i sahiplenirim. Daha da baside indirgersek, sevdiğiniz bir kaleminizin kırılması ile bir arkadaşınızdaki özdeş kalemin kırılmasının sizde uyandırdığı duygular aynı mıdır? Kısaca söz konusu her zaman akrabalar olmasa bile, insanın doğası toplumdan önce kendini ve kendinden olanı kayıracak şekilde evrilmiştir. Öyle ki bu durumun toplumsal yaşantıyı etkilememesi için devletler önlem alma yoluna gider.

Steven Pinker’ın burada varmak istediği nokta ise bireyci yaklaşımın insan doğasının bir edimi olduğudur. Buradan yola çıkarak da “önce toplum” fikriyle şekillendirilmiş bazı ideolojileri başarısız ve insan doğasına aykırı olarak nitelendiriyor. Buna göre, siyasetin temel unsuru olan insanla ilgili bir ütopya yaratmak istiyorsanız, öncelikle biyolojiden ve yukarıda saydığım diğer bilim dallarının çalışmalarından da haberdar olmanız gerekiyor. Aksi takdirde ne kadar muazzam bir ütopya kurgularsanız kurgulayın, insan doğasıyla uyumlu olacak bir şekilde işletemiyorsanız, ütopyanız “doğru çözüm fakat yanlış tür” olarak değerlendirilip bir kenara koyulabilir.

İnsan doğasını değiştirmek mümkün değil mi?

George Orwell’ın kült eseri 1984’te insan doğası ve bunun değiştirilebilir olup olmadığı konusunda derin incelemelere tanık oluruz. Kitabın ana karakterleri Winston ile O’Brien arasında geçen diyaloglar bu konuyu ince ince işler. O’Brien’ın mevcut yönetim sistemlerini nasıl etkili bir şekilde işler hâle getireceklerini anlattığı kısımlara bir göz atalım:

“…Eski despotluklar ‘Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın’ diye buyuruyordu. Totaliterler ‘Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın’ diye dayatıyorlardı. Biz ise insanlara, ‘Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun’ diye bastırıyoruz….”

“…Çocuk ile ana baba, insan ile insan, kadın ile erkek arasındaki bağları kopardık. Artık hiç kimse karısına, çocuğuna ya da arkadaşına güvenmeyi göze alamaz. İlerde kimsenin karısı veya arkadaşı olmayacak. Çocuklar, tıpkı tavuğun altından alınan yumurtalar gibi, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Cinsellik içgüdüsü yok edilecek. Döllenme her yıl yinelenen bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Parti’ye sadakat dışında bir şey olmayacak. Güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım olmayacak. Merak diye bir şey, yaşama sevinci diye bir şey olmayacak. Yaşamın tüm zevkleri yok edilecek. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak…”

Çilek’in O’Brien’ın sözleri karşısındaki şaşkınlığı.

O’Brien’a göre diğer ideolojiler insan doğasını inkâr ediyor, yasaklarla ve despotlukla insanları yönetmeye çalışıyordu. Ancak yanlış bir yöntem izledikleri için başarısız olmaya mâhkumlardı. Dolayısıyla O’Brien da mevcut insan doğasına uymayan bir biçimde yönetimi sürdüremeyecekleri için, bu doğayı yeniden yaratmanın ideolojilerinin esas amacı olduğunu dile getirir. Bu düşünce ve yaşam tarzı değiştirme seansları ise türlü işkencelerle doludur ve kitapta çok çarpıcı bir şekilde ele alınır. Winston da bu işkencelerden fazlasıyla nasibini alır ancak O’Brien’ın anlattıklarına cevabı şöyle olur:

“Bilemiyorum… Umurumda değil. Nasıl olacağını bilemiyorum, ama başaramayacaksınız. Önünde sonunda yenileceksiniz. Hayat sizi alt edecek.”

Bütün özellikler kalıtsalsa, davranışlarımızdan sorumlu sayılabilir miyiz?

“ “Bütün özellikler kalıtsaldır” ifadesi bir parça abartılıdır fakat çok da değil. Ev ortamına veya kültüre kökünden bağımlı olan somut davranış özellikleri elbette hiç de kalıtsal değildir: Hangi dili konuşup hangi dine taptığınızı ve hangi siyasal partiyi desteklediğinizi çevreniz belirler. Fakat kişinin temel yeteneklerini ve mizacını yansıtan davranış özellikleri kalıtsaldır: dile ne kadar hâkim, ne kadar dindar, ne kadar liberal veya muhafazakâr olduğunuz gibi özellikler. Genel zekâ kalıtsaldır ve kişiliğin değişkenlik gösterdiği beş ana özellik de öyle: deneyimlere açık olmak, vicdanlılık, içe dönük veya dışa açık olmak, bildiğini okumak veya uzlaşmacı olmak, nevrotizm. Şaşırtıcı derecede özgün olan özelliklerin de kalıtsal olduğu anlaşılmıştır: örneğin nikotin veya alkol bağımlılığı, televizyon başında harcanan saat sayısı, boşanmaya yatkınlık gibi.”

Steven Pinker, Boş Sayfa: İnsan doğasının morden inkârı, s: 446.

Steven Pinker, kitabında nelerin kalıtsal olduğunu yukarıda örneklendirdiğim gibi vurgularken, “Vicdansızlık kodumda var napayım zalimim ben” gibi düşüncelerin de akıllara gelebileceğini elbette öngörüyor. Yani birtakım özellikler kalıtsalsa, insanları eylemlerinden ne kadar sorumlu tutabiliriz? Burada çok önemli bir nokta var: kalıtsal olarak hangi özelliklere sahip olursanız olun, bu durum sizin eylemlerinizden tamamen muaf olduğunuz anlamına gelmiyor. Her ne kadar kalıtsal yatkınlık da olsa bazı ekstrem durumlar dışında (psikopatlık gibi) gerçekleştirdiğimiz eylemlerde tamamen bir istemdışılık ya da öngörememe söz konusu olmaz, yani bilinçliyiz. Zaten bunun mukayesesini yapamayacak şekilde evrilmiş olsaydık galiba kökümüz kururdu. Sonuç olarak burada bahsedilen kalıtsallıkla bir şeylere yatkın ya da meyilli olmamızda genlerin çok etkili olduğu vurgulanıyor. Bütün bunlara rağmen, insanların karmaşık davranış özelliklerindeki varyasyonun önemli bir oranını ne genler ne de aile etkisi gibi çevresel etmenler açıklayamıyormuş. Burada bir şeyler dönüyor ama dur bakalım. Belki yeni çalışmalarla bazı şeyler daha anlamlı bir hâl almıştır.

İkiz Meselesi

Genetik yapının insan zihni ve davranışları üzerindeki etkisini görmenin en etkili yollarından biri tek yumurta ikizlerini incelemek olabilir. İkizler arasında telepatik bir iletişim olduğuna dayanan bir şehir efsanesi vardır. Birinin canı yandı mı diğeri de hisseder ya da buna benzer şeyler duymuşsunuzdur. Bu denli olmasa bile ikizler arasındaki bağın diğer kardeşlerden çok farklı olduğunu söylemek mümkün. Yani efsane tam olarak değilse de kısmen doğru gibidir.

Biz insanlar kendimize benzeyen kişilerle vakit geçirmekten hoşlanırız, çünkü anlaşılabilmek ilişkilerde çok önemli bir yer tutar. Tek yumurta ikizleri de sadece fiziksel olarak değil zihinsel ve davranışsal anlamlarda da birbirlerine çok benzedikleri için, aralarında hem kardeşlikten hem de bu benzerlikten doğan güçlü bir bağlılık gelişir. Doğdukları anda birbirinden ayrılan ve farklı ailelerde yetişen ikizler bile bir araya geldiklerinde birbirlerini sanki hep tanıyormuş gibi hissettiklerini söylerler. Araştırmalara göre, doğumdan sonra ayrılmış olsun ya da olmasın tek yumurta ikizleri ölçülebilecek herhangi bir özellik bakımından birbirlerine ürkütücü bir şekilde benzerler (ancak özdeş değiller). Sözel, matematiksel, genel zekâ, hayattan alınan doyumun ölçüsü, içe dönüklük, yumuşak başlılık, nevroz, dürüstlük, deneyimlere açık olmak gibi kişilik özellikleri bakımından benzeşirler. İdam cezası, din, modern müzik gibi tartışmalı konularda da benzer tavır takınırlar. Sadece kağıt kalem üzerindeki testlerde değil, aynı zamanda kumar, boşanma, cinayet işleme, kazalara karışma, televizyon izleme gibi dolaylı durumlarda da benzeşirler. Hatta elektroensefalogram şemalarındaki (beyin dalgaları) uçurum ve vadi gibi görünen şekiller bile aynıdır. Beyinlerindeki kıvrımlar ve gri maddenin korteks bölgelerindeki dağılımı bile benzerdir. Bütün bunlar kalıtımsal verilerin hayatlarımız üzerindeki etkisini gösteren güzide örnekler niteliğindedir. Özellikle farklı ortamlarda yetişen ikizlerin bile tesadüf olamayacak bir şekilde benzeşmesi, bazı davranış ve düşünüş biçimlerinde çevrenin aslında ne kadar az etkili olduğunu da ortaya koyuyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir