Derin Mevzular, Ne okuruz?

Şimdi! Bir anda kalalım eyyorlaması

“Geçmiş bitti. Gelecek belirsiz. O halde sadece şimdi vardır.”

Şüphesiz ki insan hayatında biri diğerinden daha önemli veya özel anlar vardır. Ancak genel olarak şimdiyi geçmişten veya gelecekten daha önemli kılan bir şey var mıdır? Şimdilerde pek çok kişinin dilinden düşmeyen bu anda kalcılık, carpe diem’cilik veya şimdiciliğin en büyük atalarından biri, ünlü imparator Marcus Aurelius. Kendisi böyle düşünmesine rağmen pratik yaşantısı hiç de öyle olmamış. (Marcus Aurelius şimdicileri şok!) Bana kalırsa isabet olmuş. Nedenlerini yazının devamında irdeleyeceğiz. Anlayacağınız üzere bugün burada toplanmamızın sebebi, bu düşüncenin sorunlarından ve bu sorunlar yüzünden pratikte uygulanması pek de mümkün olmayan bir düşünce olduğundan bahsetmek. Son olarak ille de anda kalalım istiyorsak, bundan nasıl bir şey anlamalıyız? sorusuna alternatif bir cevap verip, köşemize çekileceğiz.

Gelecek, gelmeyecek mi?

Anda kalalımcılık düşüncesinin sorunlarından ilki: belirsiz olan geleceğin sanki hiç gelme ihtimali yokmuş gibi addedilmesi. Yani geleceğin gelme ihtimalinin gözardı edilmesi. Halbuki işbu belirsizlik hepimizin an sonra öleceği anlamına gelmiyor, keza büyük kısmımız ölmüyor da. Sadece ölüp ölmeyeceğimiz belirsiz. Belirsizlik kimsenin plan yapmasına engel olan bir şey değil. Nitekim Marcus Aurelius da gelecek planları yaptı, biz de geleceğe yönelik planlar yapıyoruz. Dolayısıyla geleceğin belirsiz olması sadece an için yaşamamız gerektiği anlamına gelmiyor. “Sadece şimdi vardır” çıkarımını şu şekilde güncelleyebiliriz: İnsan sadece anda değil, anda ve belirsiz bir gelecekte yaşar. Yani varolan sadece şimdi değildir; şimdi ve belirsiz bir gelecek vardır.

Bu belirsizlikle ilgili çarpık olan düşüncelerden biri de belirsizliğin siyah-beyaz olarak ele alınması. Oysa belirsizlik bir ihtimaller bulutudur ya da denizidir. (Kuantuma filan girmeyeceğim endişelenmeyin.) En basidinden yaşlı birinin gelecek belirsizliği ile bir çocuğunki, ya da sağlıklı biriyle kanserli birinin gelecek belirsizliği normal şartlar altında aynı değildir. Grinin elli tonu gibi bir belirsizlik spekturumu düşünmeliyiz. Dolayısıyla sözüm ona yirmilerinde turp gibi birinin gelip “gelecek belirsiz yeaa” demesi olasılık hesaplarında bir sıkıntı olduğunu gösterir. (Yolda yürürken başımıza saksı düşmesi sebebiyle ani ve beklenmedik bir şekilde ölebiliriz elbette ancak bu ihtimal hepimiz için aşağı yukarı ortak dolayısıyla hesaba katmanın anlamı yok.)

Belirsizlikle nasıl baş edeceğiz?

İnsanlar olarak belirsizlikten hoşlanmadığımız aşikar. (Bunun evrimsel bakışına bir sonraki başlıkta endişe duygusuna değinirken yer vereceğiz. Çünkü endişe ve belirsizlik kol kola) Belirsizlikten hoşlanmadığımız için belirsiz bir gelecek fikrinden de hoşlanmayız. Dolayısıyla belirsiz geleceği yoksayıp, sadece an vardır diyerek köşeyi kısa yoldan dönmeye çalışabiliriz. Ama hayatın belirsizliklerle dolu olduğu isot kadar acı bir gerçektir. Peki bu belirsizlikle nasıl yaşayacağız? Belirsizliğe tahammül edebilmemiz için bir çeşit toleransa ihtiyacımız var. Buna psikolojide çift anlamlılığa ya da belirsizliğe tolerans (ambiguity tolerance) deniyor. Bu fikir 1949 yılında psikanalist Else Frenkel-Brunswik tarafından geliştirilmiş (bu bilgiyle naparsınız bilmem). Bu fikre göre:

“Belirsizlik toleransı olan insanlar siyah-beyaz düşünmeye meyilli değiller, çelişkilere tahammül edebiliyorlar, yanıtsız kalmış sorulara hemen bir yanıt beklemiyorlar, açık olmayan, rahatsız edici bilgileri hemen olumsuz olarak değerlendirmiyorlar.”

Hayat ve Diğer Hastalıklar – Alper Hasanoğlu

Belirsizlik toleransı düşük olan kişiler ise tahmin edeceğiniz üzere her şeye hakim olmaya çalışan, işi şansa ya da belirsizliğe yem etmeyecek kadar beyin yakmak niyetinde olan, halk arasında kontrol manyağı dediğimiz mükemmeliyetçiler. 

İyi haber ise uzmanların bir kısmı bu beceriyi bir kişilik özelliği olarak görürken, birçoğu bunun öğrenilebilir bilişsel bir süreç olduğu konusunda el sıkışıyor. Yani mükemmeliyetçiler için de umut var. Her şeye hakim olamayacağımızı, bunun mümkün olmadığı gibi gereksiz bir çaba olduğunu, bilgimizin ve yetki alanımızın sınırlı olduğunu kabullenmeliyiz. Tıpkı geleceğin büyük oranda belirsiz olması gibi bazı belirsizlikleri ortadan kaldırmak mümkün değildir. Öyleyse bunu yoksaymadan bununla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Rainer Maria Rilke’ye kulak vererek yola koyulabiliriz:

“Kalbinizde çözülmemiş olarak kalmış her şeye sabır göstermenizi ve sorulara sevgi göstermeyi denemenizi rica ediyorum sizden.. Önemli olan her şeyi yaşayabilmek. Şimdi soruları yaşayınız, yavaş yavaş, siz hiç fark etmeden, yanıtları bulacaksınız.”

Rilke

Aslanlara yem mi oluyorum?

İkinci sorun: insanla ilgili bazı biyolojik gerçeklerin es geçilmesi. Klişe olacak ama duygularımıza çok yabancı olduğumuz bir gerçek. Vahşi doğada evrilen duyguların modern dünyada ne işimize yaradığını sadece hissederek anlamak mümkün değil. Mesela endişe çok işlevsel bir duygu. Sözgelimi bir gün 2+1 mağaranızda otururken bir aslan ziyaretinize geldiyse, ertesi gün aynı mağarada otururken endişelenirsiniz. Endişelenmeniz gerekir. Endişelenmiyor ve anı yaşıyorsanız burada bir sıkıntı var. Çünkü endişe sayesinde mağarada otururken aslanın gelme riskini düşünüp daha dikkatli davranırsınız. Bu bir ölüm kalım meselesi. Haliyle aklınızın orta yerindeki bu endişe yüzünden anda kalmak oldukça güçleşir. Hatta iddiayı biraz daha ateşleyeceksek, bu endişe mefhumu anda kalmayalım diye var. Bu durumda neden anda kalmaya çalışarak işlevsel olan endişelerimizi unutmaya çalışalım? Atalarımız sürekli anda kalmaya çalışsaydı halimiz nice olurdu?

Endişenizi bertaraf edip anda kalmak için ciddi bir çaba sarfetmeniz gerekir. Çünkü araştırmalar gösteriyor ki olası bir tehlike veya belirsizlik durumunda beynimiz görüntülendiğinde amigdala denen çekirdekteki elektriksel aktivite artışta. Amigdala, duygulardan sorumlu bölge olan limbik sistemde özellikle kaygı ve korku durumunda aktive olan bir çekirdektir. Yani beyindeki muhakeme birimi olan korteksten ziyade, evrimsel olarak en eski beyin bölgesi ön planda. Dolayısıyla siz korteksinizle “anda kalacağım” diye uğraşırken, amigdalanız “bok yeme otur da endişelen” diye diretebilir.

İşlevsel olmayan endişelerle mutluluk peşinde!

Modern insanın esas problemi işlevsel olmayan endişe. Yani yukardaki gibi olası bir durum söz konusu değilken de fazlasıyla endişelenmek. O kadar karmaşık bir kültürel ağda yaşıyoruz ki endişelerin amacından sapmaması pek zor. Kültürel evrim alıp başını gitmişken deyim yerindeyse iki yüz bin yıllık biyolojik kaportamızla kültüre -kültürden kastım vahşi doğada olmayan tüm yaşantımız- ayak uydurmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla versiyon uyuşmazlığı yaşamamız kaçınılmaz. Yani doğada yaşarken çok işlevli olan bazı duygularımız, modern dünyada bizi zaman zaman zora sokabilir. Nitekim büyük kısmımızın aslanlara yem olmak gibi survival bir problemi yok. Peki endişelenmek için ille de yaşamsal dertlerimizin mi olması gerekir? Bence mevzu burada yine bir spektrum problemine dönüşüyor. Yani endişenin varlığını siyah-beyaz olarak değerlendirdiğimizde, olmaması sanki çok iyi bir şeymiş gibi algılanırsa, anda kalmak için tüm endişelerimizden kurtulmamız gerekir. Halbuki tüm endişelerimizden kurtulmaya çalışmak işlevsel olanlardan da kurtulmamız demektir ki bu yukarda bahsettiğimiz üzere aslanlara yem olacağımız anlamına gelir. Aslına bakarsanız olumsuz olarak kodlanan -sevmediğim bir kodlama- birçok duygunun, ya da duyguların sebep olduğu fenomenlerin -stres gibi- eşik bir seviyeye kadar hissedilmesi faydalıdır. Dolayısıyla geçmiş yaşantılarımızdan beslenip geleceğe doğru işaret eden işlevsel endişelerimizin bir miktar olması bizim için iyi bir şeyse, bu endişelerden arınmaya çalışarak anda kalmak için debelenmek tek kelimeyle saçmadır. Elbette tüm endişelerin tu-kaka olarak etiketlenmesinde kültürün mutluluğa yaptığı aşırı vurgu çok büyük bir paya sahip. Oysa mutsuz olmak da endişelenmek de doğaldır. Absürt olan sürekli mutlu olmaya çalışmak. Ayrıca mutluluk kovaladıkça kaçan ateş böceği misalidir. O yüzden bunca mutluluk / haz vurgusuna rağmen insanların büyük kısmının mutsuz / keyifsiz olduğuna şaşırmamak gerek.

“10 milyarlarca dolarlık bir antidepresan pazarı var. Üstelik plaseboya göre yalnızca yüzde 20 daha etkin oldukları bilinmesine rağmen. Antidepresan kullanımı o kadar yüksek ki, denize karışan kullanılmış sular yüzünden yediğimiz balıklar bile antidepresanlı.”

Hayat ve Diğer Hastalıklar- Alper Hasanoğlu

“ ‘Hayatın anlamını yitirmiş insanlar’ der Victor Frankl, ‘doğrudan hazzın, gücün peşinde koşmak gibi bir yanılgıya düşer ve mutsuz olurlar.’ Doğrudan hazzın peşinde koşan insan, mutlu olmak için gerçek bir neden bulmaya çalışmayı bırakır ve ruhsal sıkıntıların kucağına düşer.”

Hayat ve Diğer Hastalıklar- Alper Hasanoğlu

“Mutluluğa giden kapı dışarıya doğru açılır, bu yüzden de bu kapıdan koşarak geçmek isteyen kişinin yüzüne kapanır.”

Kierkegaard

Mutluluk deneyi

Pozitif bilimcilerin anlayacağı türden bir analoji kurmayı deneyeceğim. Diyelim ki ne olacağını bilmediğiniz ve merak ettiğiniz için asit ve bazı tepkimeye sokmak istiyorsunuz. Deney hazırlıklarına koyulur ve deneyi başlatırsınız. Tepkime gerçekleştikçe açığa tuz çıkmaya başlar. Mutluluk da işte bu açığa çıkmaya başlayan tuz gibidir. Pekala mutluluk tuz ise, gidip marketten gani gani alabiliriz. (Nitekim insanlar bir şeylere hop diye sahip olmanın mutluluğa giden direkt yol olduğu bu yanılgıyla mutsuzluk batağına düşerler.) Ancak buradaki mutluluğun sahip olunan tuz anlamına gelmediğini vurgulamak için, tuzu açığa çıkan tuz olarak niteledim. Ayrıca deneyi yaparken bu tuzun açığa çıkacağını da bilmiyordunuz. Yani mutluluk edinebileceğimiz bir şey değil, bir süreçle beraber gelişen bir yan ürün gibidir. O süreçte de gelecekte olduğu gibi, belirsizlik de endişe de yer alır. (Bağlaç olan “de” şovu)

Gelmiş geçmiş midir?

Üçüncü sorun: geçmiş yaşanıp bitmiştir ve konu kapanmış mıdır? Yani geçmiş yaşandığı anda kaydedilen ve read-only bir yaşantıdan ibaret midir? Eğer öyleyse, geçmiş yaşandı bitti deyip önümüze bakmakta fayda olabilir. Ya öyle değilse?

Geçmiş pratikte yaşanmış bitmiş olabilir ama insan zihninde dinamiktir. Ne demektir bu? Öncelikle insanın anlam üreterek/değiştirerek yaşayan bir canlı olduğunu kabul etmeliyiz. Anlam da öznel ve ilişkisel bir şeydir, fiziğin konusu değildir. Yani fizik -doğa bilimi manasında, günümüzde pozitif bilim- size bir nesnenin yapısıyla ilgili bilgileri verebilir ama o nesnenin ne anlam ifade ettiğiyle ilgili bir şey söyleyemez, doğası itibariyle bununla ilgilenmez. Diyelim ki o nesne telefon olsun. “Telefonun anlamı nedir?” sorusu biraz tuhaftır. Sanki telefonun kendinde, sabit ve nesnel bir anlamı varmış gibi gelir kulağa. Halbuki anlam ne telefonun kendisindedir, ne de bende. Benim telefonumla kurduğum ilişkide anlam ortaya çıkar. Anlamın ilişkisel olmasından anlamamız gereken budur. Ne kadar öznel olduğu da aşikar.

Son anlam bükücü: insan beyni

Anlam demişken, Zelda’nın Todd May’in Anlamlı Bir Yaşam okumasından? bir kare.

Anlamı odağa aldığımızda, insan geçmişe dair hikayelerinin anlamlarını eğip bükebilir, onlara farklı açılardan bakıp değerlerini değiştirebilir. Beynimiz bu konuda objektif olmaya çalışan bir tarih yazarı gibi olmaktan çok uzaktır. Çünkü sadece olup biteni kaydetmez, bir güzel yorumlayarak kaydeder. Sadece kaydetmekle de kalmaz, ara ara çıkarıp tekrar yorumlayıp update eder. Yani read-only bir beyin düşünülemez. Dolayısıyla read-only bir geçmiş de düşünülemez. 

Hemen bir örnekle, kulağa paradoks gibi gelse de, geçmişi nasıl değiştirebileceğimizi size tarif edeyim. Söz gelimi, şu andan biraz önce (yani demin) biriyle tartıştığınızı düşünün; beyniniz hemen geçmiş anılarınızı tarar ve işbu kişiyle ilgili geçmiş yaşantılardan tartışma anına doğru uzanan bağlantılar şakır şakır önünüze düşmeye başlar. Bu tarama esnasında daha önce hiç de üzerinde durmadığınız bazı kayıtlar gün yüzüne çıkabilir. Mesela geçmişte edilen bir lafın, edildiği esnada hiçbir önemi yokken, şu anda “Zaten şöyle böyle demişti vay hain” olarak değerlendirilip, anlamı update edilir. Şu an geçmişe dönüp baktığınızda, daha önce orada öylece duran bir laf, şimdi başka bir anlama bürünmüştür. Geçmiş yaşanıp bittiyse, ne yaptı şimdi bu beyin? 

Bakın burada odağımız hep kendi anlam dünyamız, burası çokomelli. Yani olayların dışarıdaki bir gözlemciye göre nasıl vuku bulduğuyla ilgilenmiyoruz. Öznesi olduğumuz anlam dünyasıyla ilgileniyoruz. Anlam dünyamızla ilgili olmayan bir yaşam düşünülebilir mi? Dolayısıyla anlamın bizim için bu kadar yaşamsal bir önemi varken geçmişin geçip gittiği argümanı meseleye çok sığ bir yerden bakmış olur. Tıpkı olaylarda aktif bir rolü olmayan dışarıdaki bir gözlemci gibi. Halbuki hiç kimse kendi anlam dünyası söz konusu olduğunda bir gözlemci gibi olamaz. Çünkü bir ilişki içindeyseniz -anlam ilişkiseldi- gözlemci değilsinizdir, etkileşimde olan taraflardan biri olmalısınız.

Daha genel ve apaçık bir örnek verecek olursak; insan değiştikçe, tecrübelendikçe, bir şeyler öğrendikçe geçmişteki olaylara bakışı, bu olaylardan çıkardığı dersler zamanla değişebilir. Kaldı ki herhangi bir anlam değişime uğramayacak olsa bile -yani sadece data’yı çekiyoruz- geçmişin yorumlanması / referans alınması sayesinde insan bugünü ve geleceği daha iyi bir şekilde değerlendirebilir. Sözün özü, yaşandı fakat bitmedi.

Akışta mıyız?

Peki, geçmiş bitmemiş, belirsiz bir gelecek var. Yani elimizde sadece bir şimdi söz konusu değil. Bazen istesek de anda kalamıyoruz. Peki hocam ne yapalım?

Benim anda kalmaktan, akışta olmaktan vs anladığım şey şu: yaptığın şeyle hemhal olmak, odaklanmak, onun hakkını vermek, fakat dangalağı olmamak. Yani ölçülü bir odaklanma. Çünkü uygulanabilirlik benim için bir esas. (Aristo’nun phronesis ve ölçülülük kavramlarına selam olsun) Bunun gündelik hayatta çok da yaşanabilecek sıradan bir deneyim olmadığına odaklanma lafı geçince ikna oluyoruz bence. Neyse biraz daha açalım. Mesela şu an bu yazıyı yazıyorum ve yazarken diğer şeylere ilgim minimumda. Odağımda yazıyla ilgili düşüncelerim baskın. Argümanlarımı tekrar okuyup tezlerime antitez üretmeye çalışıyorum, o esnada aklıma bir kitap geliyor gidip onun sayfalarını karıştırıyorum ve bağlantılar silsilesi devam ediyor. “Saat de kaç oldu? Akşam da ne yiyeceğiz?” gibi sorular veya yazıyla ilgisi olmayan düşünceler aklıma düştüğünde, kısaca odağıma zıt uyaran/lar geldiğinde ve uyarılma şiddeti artık yazı yazmama olanak vermeyecek seviyeye ulaştığında akıştan çıkıyorum. Doğrusu ister istemez çıkıyorum. Burada bana düşen, etraftaki her şey birlik olup benim odağıma hücum ediyorken akışta kalma fikrinin dangalağı olmamak. İş korteksten çıkmış, amigdala hücreleri zehri ateşlemiş; ablam hala anda kalıp yazısını yazacak öyle mi? Anda kalmaya çalışıp, bu yazıyı bitirmek için diğer her şeye gözümü kapatmam kulağa ne kadar işlevsel geliyor? Velev ki işlevsel ama pratik olarak ne kadar mümkün? (Amigdalayı ve limbik sistemi unutma) Öte yandan, böyle bir hemhal olma deneyimi için, geçmiş ya da gelecekle ilgili ontolojik sorgulamalara girip anın varlığını kutsamaya ihtiyacım var mı?

Soruların cevaplarını düşünürken Zelda’nın sarkan patisini izleyebilirsiniz.

Tagged , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir