Derin Mevzular, Öyküler

İçimizdeki Uslu Çocuk

Aklımda “İyi hadi, bir günü daha yedik” düşüncesiyle eve dönüyorum. İnsanın sayılı günleri olduğunu bildiği halde bir günü daha yediği için sevinmesi de ayrı bir zavallılık ya neyse. Sanki hiçbir şey düşünmüyormuş gibi metrodaki yerimde otururken, o gün yaşadığım diyalogların özetini geçen zihin spikerim iş başında. Aslında kibar, makul ve ısrarcı olmayan bir insan olmama rağmen, insanlara kredi kartı almaları için döktüğüm dillerden oluşan bir pasajı okuyup duruyor bugün spiker. Oldukça nazik bir müşterim kredi kartına ihtiyacı olmadığını ısrarla ifade ettikçe, “ama şöyle avantajı var ama böyle fırsatlar sunuyor” diye darlamaya devam ettim kendisini. Çünkü yapmam gerekiyor. Telefonun ucunda şiştiğini içten içe hissettiğim kadın artık dayanamayıp,

“Hanımefendi yüzünüze kapatmak istemiyorum, sizin de işiniz biliyorum, ancak ne kredi kartına ihtiyacım ne de bu konuşmayı uzatmak için vaktim var” dedi. Eh böyle reddedişe can kurban. Almayın da zaten kredi kartı filan, bu ekonomide sizin olmayan paraya güvenilir mi? Ama alırsanız da ben faydalanıyorum. Ne biçim iş… Bizi desteklemediğimiz bir fikrin savunucusu olmaya iten bu çıkar ilişkileri yok mu… Mecburiyetin gözü kör olsun. Neyse dünyadan soyutlayıp uzay boşluğuna atan, gürültü geçirmeyen kulaklığımı boşuna almadım, müziğe odaklanayım:


“Gıybet çok, kıymeti yok
Yarının hayali bugüne yeter mi?
İçimi sıkar, yoluma uzanır
Dünden yaralarım yarına giderli”

Metro bugün hınca hınç dolu değil. Onun yerine yeraltının karanlığıyla boğuluyorum. Sanırım yine yeryüzü ulaşımını tercih etme vaktim geldi. Bunları düşünürken gözüme bir anne ve on-on iki yaşlarındaki kızı ilişiyor. Galiba bir önceki durakta (Hatay mıydı?) bindiler. Çocuğun hareketlerini izledikçe, zihnimdeki spiker susuyor ve avukat yerini alıyor. Yerinde oturmayan, metro vagonunda pervasızca koşturan bir çocuk mevzubahis olunca, avukat hanım “şu hale bak, iyi ki çocuğun yok” diyerek yavrulamama kararımı pekiştirip bana destek çıkıyor. Ardından sözü zihnimin yargıcı alıyor: “Şımarık ve sevimsiz.”

Çocuğu estetik açıdan güzel bulmadığım için mi böyle düşünüyorum acaba? Daha dikkatli bakıyorum: şımarık olmasa gayet sevilesi bir tipi var diyor yargıcım. Vagonun içinde oradan oraya koşturması iyice sinirlerimi bozmaya başlıyor. Bildiğin öfkeleniyorum. Ablacım ne oluyoruz? Buradaki herkesin amacı bir an önce inmek, bu yolculuğun başka bir anlamı yok, neden etrafında kimse yokmuş gibi davranıyorsun? Allah allah… İyisi mi kızı görmezden geleyim. Çevir kafanı pencereye, müziğe odaklan:


“Sarılırım birine, hatırlatır derine
Küsmenin ne faydası var?
Solup gidiyor bahar…
Güzelinden biriktir, öldüm derken diriltir
Seven elbet sevilir nefret işte, nefret kadar…”

Siyah siyah siyah, yansımalar yansımalar… Lanet olsun metronun muhteşem(!) yol manzarası… Bu sefer de yansıması gözüme ilişiyor koşturan veledin! Koşturma be evladım! Sahi annen nerde senin? Dönüp anneye bakıyorum, anne için her şey yolunda, ekrandaki şekerleri kaydırıp sugar crash yapma peşinde. Arada bir de göz ucuyla kızına bakıp gülümsüyor. Çocuk düşüp bir yerini kırmadıkça sorun yok sanırım.

Peki çocuğun şımarması beni neden bu kadar rahatsız ediyor? Belli işte dikkat çekmeye çalışıyor. Bana ne oluyor? O zamana kadar bir siluet ya da et parçasından öte olmayan diğer yolculara bakıyorum, bir de onlarla kıyaslayayım bari hislerimi. Konu buna gelince diğer insanlara da can suyu verdi zihnimin yaratıcısı, o zamana kadar cansızlardı. Yorgun ve pejmürde görünümlü bir amca, suratında hafif bir gülümseyişle çocuğun hareketlerini takip ediyor. O esnada bizimki de kapıların önündeki boşluğun ortasında yer alan direğe tırmanmaya çalışıyor. Amca kesin torun tombalak derdine düşmüş, o yüzden hoşuna gidiyordur diyerek amcayı sallıyorum. Amcadan gelen data valide edilemedi. Vagonun büyük bir kısmınınsa hiç umrunda değil, onlar da telefonlarına gömülmüş. “Kızı görmüyor musunuz?” diye sorsam “Hangi kız?” diye varlık felsefesi yapacak bir haldeler.

İyi de ben neden bu kadar ifrit oluyorum? Kendi çocukluğumu düşünüyorum; metroda annemle birlikte yolculuk edeceğiz de ben direğe tırmanmaya çalışacağım! Yok daha neler… Ne ben böyle bir şey yapma gereği duyardım ne de annem izin verirdi. Bizim çocukluğumuzda böyle pervasız hareketlere yer yoktu. Sen çocuksun istediğini yap, oh ne ala çocukluk, diye bir şey de yoktu. “Çocuk işte ehheh” diye sırıtan amcalar da yoktu. Sahi ne zaman türedi bu rahatlık? Biz de çocuk olduk. Yoksa biz on-on iki yaşlarındayken çocuk değil miydik?


“Kaza kaza bakınca derininde acı var
Bilmeyince acıtan karıncanın belini
Saldırganın halini anlayıp unutturan
Herkesin birkaçı var kendisinden içeri”

Çocuğun yerine kendimi koymaya çalışıyorum, ama kendi çocuk hâlimi değil; şu an buradaki 35 yaşındaki, yolun yarısına gelmiş hâlimi. Kalkıp koştursam vagonun içinde etrafa gülücükler saçarak, direğe filan tırmanmaya çalışsam nasıl olurdu? O zaman da gülümser miydiniz acaba amcacım? Ne münasebet!  “Kadına bak, çıldırmış herhalde” derdiniz. Sizin için karakter çocuksa sorun yok. Benim içinse çocuk olması yetmiyor, hâlâ oldukça sinir bozucu. Olayın bana bu kadar dokunması ise olayın kendisinden daha sinir bozucu. Sanane be kadın, koştursun dursun çocuk! Olmuyor ama işte, gıcık olmamak elde olsa dünya çok daha sevimli bir yer olurdu!

Şimdi bunları düşünürken ya ineceğim durağı kaçıracağım, ya da ilk defa gördüğüm, hayatımda zerre yeri olmayan bu çocuğa duyduğum öfkenin ne lüzumu var diye durumu debeştirmeye devam edeceğim. Multitask yapabilirsem ne âlâ… Geçenlerde tvde bir adam vardı, psikolog bilmem kim. “Öfkenize bakmayı öğrenirseniz, öfkenin içinizdeki hangi yaraya dokunduğunu görebilirsiniz” minvalinde gizemli laflar ediyordu. “Öfkeye bakmak filan nedir yahu adam sen de” diye sallayıp atmıştı bu fikri benim yargıç. Çocuğa duyduğum öfkenin anlamsızlığını düşündükçe, adamın ettiği laf kafamda yankılanmaya başladı. İzlerken pek anlamsız gelmişti bu laf oysa. Gerçekten de içimde bir yerlere mi dokunuyordu çocuğa duyduğum bu öfke? Neden tanımadığım bir çocuğa bu kadar kızıyorum ki?

Bu esnada bizimkiler indi. Kız dışarda da oldukça hareketli, atamadı enerjiyi bir türlü. Gözümün önünden kaybolmaları sayesinde biraz sakinleşiyorum. Umarım başka bir çocuk daha gelip benzer bir şımarıklık sergilemez, bugünlük bu kadar yeter. Başka bir çocuk daha gelse gene sinirlenirim yani? E öyle. O zaman giden kızın bir önemi yok muydu? Sanırım taşlar yerine oturmaya başlıyor. Az evvel vagonda bir oraya bir buraya koşturan kız etini kemiğini yitirip zihnimdeki bir imgeye dönüşüyor. Benim o kızla ne işim olsun ki! X çocuğu ya da Y çocuğu fark yaratmıyor…  “Tamam kızın bir önemi yok ama bu ne biçim çocuk olmak, biz de çocuk olduk…” diye homurdanmaya ve öfkemi haklı çıkarmaya devam ediyorum. Biz şımarmayı kendimize hak görmedik, söylenene uyduk, aksini düşünmedik. Uslu çocuklardık. İyi tamam da bu çocuğun bizden farklı olması neden içimde öfke uyandırıyor? Bizim yapamadığımızı yapıyor da ondan mı? Ne münasebet! Çocuk dediğin uslu durmalı.

Bonus:

Öyküdeki karakterin dinlediği şarkı için tıklayınız

Tagged , , ,

2 thoughts on “İçimizdeki Uslu Çocuk

  1. Bu yazıyı okuduğum günün hemen ertesinde, dersliklerin arasında bağırarak oyun oynayıp, etrafta koşuşturan çocuklara denk geldim. Her şeye rağmen içimden ” Bizim çocukluğumuzda böyle pervasız hareketlere yer yoktu. Sen çocuksun istediğini yap, oh ne ala çocukluk, diye bir şey de yoktu. “Çocuk işte ehheh” diye sırıtan amcalar da yoktu. Sahi ne zaman türedi bu rahatlık? Biz de çocuk olduk. Yoksa biz on-on iki yaşlarındayken çocuk değil miydik?” cümleleri geçmedi değil. Ancak sonradan sonradan geldi aklıma, aslında bu çocukların bu rahatlıklarını bizler yarattık, yaratıyoruz belkide. Bizim çocukluğumuzda payımız hep sus olsun istendi, ifade edemediklerimiz ne gün yüzüne çıkabildi ne de içimizde kayboldu gitti. Hep orada hissettik onları da ondan bu, çocuklarımız rahat olsun çabamız… Ama asıl tehlikeli olanında farkında değiliz belki de. Ya aynı hatayı bizde yapıyorsak, ya “rahatlık” kavramını yanlış anlamalarına yok açıyorsak, ya biz de DENGEyi bozuyorsak ?

    1. Dengenin bozulduğunu ben de düşünmüyor değilim. Mesela çocuklarını derse veren velilerden biri koridorda yaka silkti ve “Oh be özgürlük!” dedi bugün 🙂 Bizim zamanımızda böyle şeyler de pek yoktu sanırım. Anne babalar yaka silkmez, terlik fırlatırdı 🙂 Dengeyi tutturabilmek her konuda bir kalite ölçütü gibi. Bu konuda da dengeyi bulabilen bir aile ve çocuğu daha huzurlu bir yaşantıya sahiptir diye düşünüyorum.

kedifesto için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir