Derin Mevzular, Ne okuruz?

Aşk Üzerine II – Neden şu veya bu değil de “o” kişiye aşık oluruz?

Kafa karıştırma sanatı

Serinin ilk bölümünde insanın psiko-biyolojik bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştık. Bununla neye dikkat çekmek istediğimi biraz daha açayım; insana dair fenomenleri tek bir açıdan incelemeye çalıştığımızda her zaman bir şeyler eksik kalıyor. Çünkü böylesine komplike bir sistemde herhangi bir olayı tek bir değişkenle açıklamak mümkün değil. O yüzden farklı farklı değişkenleri, birbirlerine olan etkilerini de gözardı etmeden inceleyip sentezleyebilirsek tutarlı sonuçlara varabiliriz. Cümleden de ne kadar meşakkatli bir yol olduğunu anladınız, yapacak bir şey yok; yolumuz uzun, gençliğimiz var. Nitekim konumuz aşk ve bu direkt olarak davranışlarımıza etki eden bir fenomen. İnsanın nerede, ne zaman, nasıl davranabileceğini şıp diye tahmin edebilen bir yöntemimiz de olmadığına göre kafaları karıştırıp duracağız.

Yazıları takip edenleriniz hemen hemen hepsinde kendimi, insanı ve insana dair şeyleri tanımaya ve kendimce anlamlandırmaya çalıştığımı görebilir. Özellikle gündelik hayatımızda dilimizden düşürmediğimiz fakat derinine pek de inmediğimiz konular üzerinde düşünürken bambaşka yerlere çıkmaya ba-yı-lıyorum. Bu ömür boyu devam edecek bir yolculuk ve amacım son durağa ulaşmak değil; farklı fikirler ve bilgilerle beslenerek yolculuktan keyif almak. Bu seride de aşk üzerinden amacıma hizmet etmeye devam ediyorum.

“Neden o?”

Instagrammer style kitap tanıtımı, kaktüs olmazsa olmaz. Kahveyi unutmuşuz, goddamit.

Serinin ilk yazısında daha çok psikolojik ve felsefik argümanlarla aşkı eyyorlamıştık. O kısmı da bitirdik diyemeyiz elbette, farklı şeyler düşünüp öğrendikçe devamı gelecektir. Bu yazıda ise biraz daha biyolojik hatta kimyasal perspektiften aşkı ve eş seçimlerimizi -eş sözcüğünü partner anlamında kullanıyorum- irdeleyeceğiz. Yazıya genel anlamda şekil veren isim Helen Fisher ve Türkiye’deki kapak tasarımı deyim yerindeyse allahlık olan kitabı “Neden o?” olacak. Kapağı ilk gördüğümde bu kadın gerçekten bilim insanı mı? diye düşünmeden edemedim. Çünkü ne yalan söyleyeyim, kapak ve üzerindeki cıngıllar içi fos kişisel gelişim kitaplarını çok andırıyor. Ama içerik büyük oranda öyle değil. Kitabın odak noktası ilgi çekici: Neden şu veya bu değil de “o” kişiye aşık oluruz? Bunun altını deştikçe sanki işin romantizmi ölecekmiş gibi geliyor ama Helen Fisher bunun öyle bir şey olmadığını dile getiriyor: “Bir dilim çikolatalı kekin içindeki tüm malzemeleri biliyor olabilirsiniz ama yediğiniz zaman o haz şölenini yine de yaşarsınız”.

Soru ilginç ve Helen Fisher bu soruya yıllarını vermiş bir bilim insanı. Bu şekilde belirtmem kendisinin her dediğinin doğru olduğu ve benim de bunu onayladığım anlamına gelmez elbette. Bilimsel şüpheciliğinizi bir kenara bırakmayın. Nitekim bilim dünyasında birçok konuda konsensus olmayabiliyor. Ama bu konu için Helen Fisher’ın ortaya koydukları üzerinde düşünmek ufuk açıcı. Ne demiştik? Yolculuk devam ediyor.

Kimdir bu Helen Fisher?

Kendileri oldukça ünlü, TED’de milyonlarca kez izlenmiş videoları olan bir doktoralı biyolojik antropolog. Aşk üzerine yıllar boyunca araştırmalar yapmış ve araştırmaları güzel sonuç verince çöpçatanlık yapmaya da başlamış. Böyle söyleyince biraz uygunsuz kaçıyor ama bir yerde doğru. Kendisi match.com adlı partner bulma sitesinin baş bilimsel danışmanı. Peki işler bu noktaya nasıl gelmiş? Fisher’ın çalışmalarından yola çıkarak oluşturduğu ve ne tip bir mizacımızın olduğunu belirlemeye yarayan bir testi var. Testin içeriği ve mizaç tipleriyle ilgili detaylara daha sonra değineceğim. Bu test 40 farklı ülkede milyonlarca insanın katılımıyla çok büyük bir data oluşturuyor ve Fisher kendi çalışmasını defalarca deneme fırsatı buluyor. Sitedeki eşleştirmeler de test baz alınarak yapılıyor. Sonuçların Helen Fisher’ın çalışmalarında “şu tip insanlar bu tarz insanlarla iyi bir ilişki kurabilir” şeklinde yaptığı yorumlarla örtüşmesi gerçekten tutarlı bir şeyler ortaya koyduğunu gösteriyor. O zaman gelsin sorular: Test nasıl oluştu? İnsanların eş seçimini belirleyen şeyleri anlamak mümkün mü? Yani Helen Fisher’ın çalışmasında insanları kategorize ederken baz aldığı ve testine uyarladığı şey neydi?

Önce bir miktar “throwback”

Yaklaşık iki sene kadar önce yazdığım bir yazı var : Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkârı. Bu yazıdaki en çarpıcı argümanlardan biri -Steven Pinker’ın argümanı- aslında şuydu:

Hemen hemen tüm davranışlarımız bir şekilde elimizde olmayan geçmişimiz tarafından belirlenir.

Elimizde olmayan geçmiş: kalıtsal mirasımız. İnsan davranışları hakkındaki yerleşik iddia, davranışlarımızı belirleyen kişilik özelliklerinin mizaç ve karakter diye adlandırılan iki ayrı koldan beslendiğini söyler. Mizaç kalıtsal mirasımızla ilgilidir ve Pinker aslında temel olanın bu olduğunu savunur.

Mizaç vs Karakter

İnsanın mizaç özellikleri doğuştan gelir ve bu özellikler pek de sonradan değiştirebileceğimiz şeyler değildir. Karakter özelliklerimiz ise deneyimlerimizden kaynaklanır; yani çevre ve kültürün etkisini burada hissediyoruz. Diğer bir deyişle sonradan öğrenilebilen şeyleri karakterimizle bağdaştırabiliriz. Ancak bu tanım biraz basit ve indirgemeci bir yaklaşım içeriyor olabilir. Sanki her şeyi sonradan öğrenip beyninizi komple yapılandırabilirmişsiniz gibi geliyor değil mi? Pek öyle değil. Örneğin; eğer değilseniz, sıcak kanlı biri olmayı öğrenebilir misiniz? Merak etmediğiniz şeyleri merak edebilir misiniz? Matematiğe ya da tarihe ilgi duymadığınızdan emin olsanız bile bir şekilde ilgi duymayı başarabilir misiniz? O konulardaki bilginizi arttırabilirsiniz, o konularda çok başarılı da olabilirsiniz ama bunu ilgiyle yapabilmek “üzerinde yeterince çalışmak” ile mümkün olabilir mi? Bazı kişisel gelişimcilerin demesiyle “inanırsanız olur” mu? Yeterince inanırsanız ya da inanmış gibi yaparsanız sadece yeterince inanmış gibi yapmış olursunuz. Beyne muhteşem bir organ diyenlerin onu böyle basit hilelerle kandırmaya çalışması da pek ironik. Yalanı uyduran bizken bu yalana inanmayı yine kendimizden beklemek yeterince absürt değil mi?

Bazı şeylerin ne kadar elimizde olmadığını özellikle kadınlar daha iyi tahmin edeceklerdir. Biz kadınların regl dönemindeki hormon değişimleri neredeyse hayata bakışımızı değiştirir. Öyle ki bazı ülkelerde suça karışan kadınların regl döneminde olması cezada hafifletici bir unsur olarak değerlendirilebiliyor. Bu dönemdeki hallerimizi kendimize “regl olduğum için böyle” diye bilinçlendirebilsek de kafamızda dönenlerden pek kaçamayız. Zaten bu bilinçlendirme işini yapabilmemizi sağlayan şey de başka bir versiyonumuzun olduğunu ve o versiyona geri döneceğimizi biliyor olmamız. Daha önce deneyimleyediğimiz için bilgisi mevcut. Unutmayın beyin her zaman karşılaştırmalı çalışır. İşte size bir kişisel gelişim fırsatı: “Beyninize karşılaştırabileceği bir şeyler verin”. Velhasıl hormon lafını ortaya boşuna atmadım; bazı işlerde bizim yetki sınırlarımızı aşan kimyasal bir şeyler var gibi. Helen Fisher da mizacımızın bu yönüyle ilgileniyor. Nasıl ki ilgi duyduğumuz şeylerde pek irade sahibi olamıyorsak, eş seçiminde de arka planda bir şeyler varsayılan olarak işliyor olmalı. Tüm olayın çıktığı nokta bu. Ama bu olaya derinlemesine girmeden, karakter-mizaç konusunda biraz daha hırpalanmak istediğinizi duyar gibiyim. Ya da sadece ben öyle istiyorum.

İkizler! Siz olmasaydınız ne yapardık?

Steven Pinker’a soracak olursak “tüm özellikler kalıtsaldır” ifadesini çok da abartılı bulmuyor. Helen Fisher da mizacımıza bağlı olan özelliklerimizi Pinker gibi tanımlıyor ve bazı özelliklerimizin yaşadığımız çevreden ve deneyimlerimizden bağımsız olarak doğuştan geldiğini söylüyor. Boş Sayfa yazımda tek yumurta ikizi örneği üzerinden bu konuyu vurgulamaya çalışmıştım ama burada biraz daha detaylı bakmak istiyorum. Malum, bu konuda incelemeye en uygun olabilecek denekler ikizler. Anne karnındaki sürecin de hemen hemen aynı geçtiğini varsaydığımızda elimizde biyolojik olarak çok benzer iki kişi olacaktır. (Anne karnında ikizlerin çok farklı olmasına yol açabilecek durumlar oluşabilir. O sebeple bu ihtimali göz önünde bulundurmamız lazım.) Helen Fisher’ın bu kişiler üzerinden verdiği bir örneğe göz atalım:

“Daphne ve Barbara 1929 yılında İngiltere’de evli olmayan Finlandiyalı bir öğrencinin çocukları olarak dünyaya geldiler. Barbara, halka açık bir parkta çalışan bir park bakıcısı tarafından evlat edinilirken Daphne varlıklı bir metalurji uzmanının evinde büyüdü. Ancak, birbirinden ayrılmış tek yumurta ikizlerine odaklanan Minesota İkiz Araştırması sayesinde otuz dokuz (39) yaşında tekrar bir araya geldiklerinde ikisinin de muziplikten hoşlandığı ve hayatları boyunca hep kıkırdadıkları görüldü. İkisi de fazla heyecanlı el kol hareketleri yapmamak için sık sık ellerinin üzerine oturuyordu. İkisi de saçlarını koyu kahverengiye boyatmıştı. İkisi de matematikten ve spordan nefret ediyordu. İkisi de televizyon izlemeyi sevmiyordu. İkisi de mavi rengi tercih ediyordu. İkisi de politik görüşlerini söylemekten kaçınmıştı. Ve ikisi de kocasıyla on altı yaşındayken bir yerel eğlencede tanışmış ve sonbaharda evlenmişlerdi. Daphne’nin pahalı eğitimine ve Barbara’nın çok daha mütevazi okul geçmişine rağmen zeka testi seviyeleri neredeyse eşitti.”

Dur bakalım konu nereye bağlanacak?

Barbara ve Daphne (inanmazsan google’a sor)

Bazı durumlar çok tesadüfi gibi görünse de ikizler için beyin görüntülerinin bile neredeyse aynı olabileceğinden yine Boş Sayfa’da bahsetmiştim. Pekala Barbara ve Daphne örneğine baktığımızda çevreleri tarafından maruz kaldıkları deneyimler değişik olsa da belli noktalarda bu değişikliklerin hayatlarına pek de etkisi yok gibidir. Hatta bir yerden sonra mizaçları kendi çevresel koşullarını yaratmalarında da rol oynuyor.

Eğer Daphne ve Barbara, genetik olarak neredeyse özdeş olmalarına rağmen, çok farklı seçimler yapmış olsalardı; hal ve tavırları, hoşlandıkları şeyler vs çok farklı olsaydı, o zaman yaşadıkları çevrenin hayatlarını şekillendirmelerinde oldukça etkili olduğunu söyleyebilirdik. O halde bu noktada bir çeşit genetik determinizm mi karşımıza çıkıyor? Bu durumda insan hayatının ne kadarında başrol oyuncusudur? Ne kadarında “böyle hissetmelisin, böyle düşünmelisin” diyen genetik determinizm tanrısının etkisindedir? Bana kalırsa bu tanrının dediği bir şey daha var: “böyle hissetmelisin, böyle düşünmelisin ancak bunu ben söylüyorum diye değil, tamamen kendin istiyormuşsun gibi yapmalısın”. Buna da kısaca özgür irade illüzyonu diyoruz.

Barbara’nın çilesi bitmiyordu.

Madalyonun diğer yüzü de var elbette. Mizaç deneyimlere etki eder dedik ancak bu sonuçla hareket edersek yine bir şeyler eksik kalır. Yani bu genetik determinizmin yaşantımızda nasıl tecelli ettiğini biraz deşmeliyiz. Daphne ve Barbara örneğinden devam edelim; birlikte bir düşünce deneyi kurgulayıp akıl yürütmeye çalışalım. Daphne’nin hayatı aynı alıntıdaki gibi olsun fakat bebek Barbara’yı biraz daha uzaklara; Çin’in Yunnan ve Siçuan eyaletleri arasındaki sınırda yer alan Lugu Gölü’nü çevreleyen dağlarda yaşayan Mosuo halkına evlatlık olarak verelim. Şimdi işler daha eğlenceli olmaya başladı mı dersiniz?

Mosuolar klasik batı toplumlarından oldukça farklı bir kültürel yapıya sahip. Bu halkın nasıl bir kültürü olduğunu Cinselliğin Şafağı adlı adeta beyinlere çomak sokan kitaptan alıntılayacağım:

“Mosuolar, anaerkil bir tarım toplumudur. Mal mülk ve soyadı anneden kıza, kızlara geçer yani evin merkezinde kadın yer alır. Bir kız çocuğu on üç-on dört yaşlarında olgunluğa erdiğinde ona özel bir yatak odası verilir. Bu yatak odası bir kapıyla aile evine, diğer özel bi kapıyla sokağa açılır. Bu özel kapıdan babahuago’suna (çiçek odası) kimin girip çıktığı ile ilgili kontrol tamamen genç kızdadır. Tek katı kural, misafirin güneş doğmadan odadan ayrılmasıdır. Ertesi gece bir başka aşığı içeri alabileceği gibi, isterse aynı gece de alabilir. Bir bağlılık beklentisi yoktur; doğurduğu çocuk anne evinde büyütülür, kızın ağabeyleri kadar topluluğun diğer üyeleri de bu sürece katılır.”

Mosuo Barbara (fenotip nasıl bu kadar değişti ben de anlamadım)

Bu halkın kültürüyle büyüyen Barbara haliyle İngiltere’deki yaşantısında olduğu gibi on altı yaşının sonbaharında evlenmek gibi bir deneyim yaşamayacaktır. Yani mantıken Barbara evlilik diye bir şeyin olmadığı bu kültürde büyüdüğünde on altısına geldiğinde evleneceğim diye tutturamaz, değil mi? Genetik determinizm bu değil. İkizi Daphne ise telli duvaklı, allah mesut etsin. Peki Mosuolarla büyüyen Barbara’nın mizacı değişecek midir? Buna cevabım hayır. Nasıl ki Barbara’nın bazı fiziksel özellikleri evlatlık verildiği kültüre bağlı olarak değişiklik göstermeyecekse, mizaç özellikleri de sahip olduğu genetik mirasla bağlantılı olduğu için değişmeyecektir. Ancak burada mizacın bir eğilim ya da potansiyel olarak karşımıza çıktığını ciddiyetle vurgulamalıyız. Yani Barbara’nın mizaç özelliklerini yansıtma biçiminde farklılıklar muhakkak olacaktır. İşte kültürü dramatik bir şekilde değiştirdiğimizde gördüğümüz etki burada. Yani sahip olduğumuz potansiyeller farklı kültürlerde farklı biçimlerde ifade bulabilir. Helen Fisher’a soracak olursak Barbara nerede yetişirse yetişsin kendine eş/eşler olarak seçeceği insanlarda aradığı bazı özellikler direkt olarak mizacıyla ilgili olduğu için değişmeyecektir. Oldukça iddialı. O zaman vakit artık Fisher’ın mizaç ve eş seçimiyle ilgili olarak kurduğu bağlantılara bakma vaktidir.

Mizacımız kalıtsal ise mizacı etkileyen bu kalıtsal özellikler nelerdir?

Helen Fisher’ın yaptığı çalışmalar sonucunda vardığı sonuç şöyle: mizacımız aslında dört büyük kimyasalın etki ettiği spesifik genlerin aktif olma durumlarına göre şekilleniyor. Bu dört büyük kimyasal: dopamin, serotonin, östrojen ve testosteron.

Örneğin, östrojen sistemindeki genleriniz daha çok aktif bir biçimde dünyaya geldiyseniz bu kimyasal ile ilişkilendirilen mizaç özellikleri baskın mizaç özellikleriniz oluyor. Bu oran var/yok gibi düşünülebilecek bir oran değil. Yani bir insan hem dopamin sistemindeki özelliklerin bazılarına hem de testosteron sistemindekilerin bazılarına sahip olabilir. Hatta bu özelliklerin eşsiz bir karması olur desek yeri. Ama çok büyük olasılıkla bu dörtlüden biri diğerlerine göre baskın oluyor. Dörtlünün eşit oranda dağılması nadiren gözlenebilen bir durum. Fisher’ın temel iddiası ise şu:

Bu dörtlüden en baskın olan ilk iki kimyasal genel mizacınızı ve dolayısıyla eş seçimlerinizi en çok etkiler.”

Dört büyüklerin eşsiz karışımı

Vücutlarımızda bu dört büyüklerin eşsiz bir karışımı olarak dünyaya geliyoruz. Elbette daha başka bir sürü kimyasalımız var, ancak bu dördünün yanında diğerlerinin etkisi hissedilmiyor (öyle diyor yani Fisher). Bunlardan östrojen ve testosteronun cinsiyetle de ilişkili olduğunu biliyoruz. Yani testosteron elbette ortalamada erkeklerde kadınlara göre daha yüksek ve bunun cinsiyete mâl edilen bazı davranışlara yol açtığı da biliniyor. Örneğin testosteron miktarı arttıkça saldırganlığın da arttığına dair araştırmalar mevcut. Bir topluluktaki alfa erkeklerin daha saldırgan olmaları ve -erkek düşmanlığı gibi olmasın ama- dünya çapındaki suç oranlarına baktığımızda suçların büyük kısmının erkekler tarafından işleniyor olması pek de tesadüfi değil. Suçu testosterona yüklersek de hukuk sistemi çökecek, bu konuyu fazla deşmeyeceğim. Şimdi konuya daha bireysel yaklaşmanızı isteyeceğim. Şöyle ki ortalamada erkeklerin testesteron miktarı daha yüksektir ama bireysel baktığımızda bu miktar elbette kiminde daha fazlayken kiminde daha azdır. Peki bu dört büyük kimyasal hangi mizaç özellikleri ile ilişkilendirilir?

Dopaminden başlayalım. Dopamin sistemiyle ilişkilendirilen özellikler şöyle: değişiklik arama eğilimi, risk almaya razı olmak, yüksek enerji, merak, yaratıcılık, iyimserlik, heyecan, zihinsel esneklik. Fisher bu biyolojiyle ilgili özellikleri baskın olan kişilere “Kaşif (explorer)” adını veriyor.

İkinci kimyasal olan serotoninle ilişkilendirilen baskın özellikler ise şöyle: sakin, sosyal, korkak değil ama temkinli, inatçı, sadık, kurallara olgulara ve düzene düşkün olma eğilimi gösteren, klasik ve geleneklerin savunucusu. Fisher serotonin sistemi baskın olan kişilere, aile, iş ve sosyal yaşantıdaki durumları iyi idare edebilen kişiler oldukları için “Kurucu (builder)” adını veriyor.

Gelelim meşhur testosterona. Testosteron kimyasını miras alanlar doğrudan, kararlı, odaklı, mantıklı, sabit fikirli, titiz, duygusal açıdan ketum -ağzı sıkı- ve stratejik düşünmede başarılı kişiler olma eğilimi gösteriyor. Biraz da kitaptan alıntı yapalım: “Bu kişiler lafı dolandırmaz. Çoğu cüretkar ve rekabetçidir. Makineleri, matematik formüllerini ve diğer kural temelli sistemleri anlamakta yeteneklidirler. Bu kişilere “Yönetici (director)” adını verdim.” Her erkek doğası itibariyle testosteronla ilgili birtakım özelliklere sahip elbette ama bu spesifik bir erkeğin birincil tipinin her zaman yönetici olacağı anlamına kesinlikle gelmiyor.

Son sırada östrojen var. Östrojen baskın olduğunda kişiler; büyük resmi görmeye daha yatkın, anaç, esnek zihinli, uyumlu, idealist, sezgisel, anlayışlı, duygusal, başkalarını düşünen, sözel yetenekleri ön planda, kendilerini duygusal olarak ifade eden kadın ve erkeklerdir. Fisher bunlara “Arabulucu (negotiator)” adını koyuyor.

Maşallah bütün mizaç tipleri de on numero.

Mizaç tiplerinin özellikleri bu kadarla sınırlı değil tabii, Fisher bu mizaçları uzun uzun anlatıyor kitapta. Burada bahsedilen özellikleri okuduğunuzda içten içe “şu daha iyi bu daha güzel” diye değerlendirmeler yaptınız değil mi? İşte bu değerlendirme de sizin mizacınızla ilgili. Hayda… Fisher da eş seçiminizi analiz ederken bundan yararlanıyor zaten. Ancak kitap boyunca önemle vurguladığı bir nokta var: hiçbir mizaç bir diğerinden üstün değildir. Zaten hükmüm olmadığı için -özgür irade?- ne desem bilemiyorum. Ayrıca burada bahsedilen özellikler birer eğilim olarak değerlendirilmeli, bunu ikizler mevzusunda vurguladık. Sözüm ona kaşifler meraklı kişiler dedik, ancak bu merakla ne yapacaklarını bilemem. Kaşif dediğimizde sürekli yeni yerler görmekten hoşlanan, buraları merak eden birinden de bahsediyor olabiliriz; gezmekten pek hoşlanmayan sadece çok fazla kitap okuyan birinden de bahsediyor olabiliriz. İkisi de mizaç itibariyle meraklıdır. Yine testosteron sistemindeki özelliklere sahip olan herkes dünyayı değiştirecek bir bilim insanı filan olmuyor. Defaatle dediğim gibi bunlar eğilim. Bu eğilimlerin neyle sonuçlanacağı başka değişkenlerle epeyce ilişkili.

Dış görünüş önemli değil, iç güzelliği olsun(?)

Bu dört sistemin etkileri baskın olma oranına göre fiziksel özelliklerimizde de kendini gösterir. Gelsin gene testosteron: bu arttıkça hatlar erkeksileşir, elmacık kemikleri belirgin, geniş alın, tok ses, uzun boy vs ile karşılaşırız. Ayrıca testosteron özellikleri baskın olan kişilerin çok fazla gülmediği ve göz kontağı kurmaktan da kaçındığı belirtiliyor. Evet hanımlar, iki erkeği karşılaştırırken bu fiziksel özelliklerini değerlendirerek hangisinin testosteron sisteminin daha baskın olduğunu anlayabilirsiniz. Bunu yaptığınızda elinize ne geçer bilemem. Bakılması gereken diğer yer ise eller. Ellerdeki yüzük ve işaret parmakları önemli bir gösterge. Testosteron özellikleri daha baskın olan bireylerde yüzük parmağı işaret parmağına göre daha uzundur. Bu iki parmağınızın hangisinin daha uzun olduğuna karar veremiyorsanız, yani birbirlerine eşit gibi ya da işaret parmağı daha uzunsa, testosteron ile ilişkili özellikleriniz diğerlerine göre büyük olasılıkla daha az baskındır. Evet hanımlar beyler, bir ilişkiye başlamadan evvel partnerinizin ellerini iyice incelemeyi unutmayın.

Östrojen ise dolgun, zarif, yuvarlak hatlar ile kendini gösteriyor. Mesela biyolojik cinsiyeti kadın olup daha sonra erkek olmayı tercih eden trans bireylerde testosteron alımı ile meydana gelen fiziksel değişimleri biliyoruz. Bunun haliyle düşünme biçimlerini de çok etkilediğini dile getiriyorlar. Örneğin, her şeyi çok kapsamlı düşünmek yerine daha kolay karar vermeye başladıklarını ve bir rahatlama yaşadıklarını dile getiriyorlar. Yine testosteronik özelliklerin sebep olduğu bazı fevri davranışlar ve üstünkörü alınan kararları iş hayatında da gözlemleyebiliyoruz. Kadınların yönetimsel ve iletişimsel konularda daha başarılı sayılmalarının en önemli sebeplerinden biri bu olarak görülüyor. Tabii burada ortalama verilerden bahsediyorum yine. Kişisel bazda incelediğimizde her zaman aksi bir örnek gösterilebilir. Sürekli vurgulamak zorunda hissediyorum çünkü genellemeye çok müsait bir toplumuz.

Tamam artık beni teste götür! 😛

Gelelim yukarıda isimlendirilen mizaç tiplerinden hangisinin sizde ne kadar baskın olduğunu ölçmeye yarayan teste. 

Testte 4 ölçek bulunuyor, her ölçekte 14 soru var ve ölçekler sırasıyla ne kadar kaşif, kurucu, yönetici ve arabulucu olduğunuza yönelik sorular içeriyor. Sonucun güvenilir olabilmesi için kendinizi iyi değerlendirerek cevap vermeniz lazım. Sonuçlar sizi olmak istediğiniz kişiye ya da gerçekten olduğunuz kişiye götürebilir, o sebeple içten olmak ve öyle cevaplamak önemli. Aslında sadece içten olmak da yetmez. Şunu peşinen söyleyebilirim; eğer daha önce kendinizi tanımak niyetiyle hiçbir şey yapmadıysanız, kim olduğunuzun pek farkında değilseniz, içten olup olmadığınızı da bilemeyebilirsiniz ve test sonuçlarınız yanıltıcı olabilir. Bu sebeple testi yapmadan önce blogdaki diğer yazıları okuyunuz. 🙂 Ancak kendinize dair gerçekçi gözlemlere sahipseniz muhtemelen yukarıda yazdığım tip özelliklerini okuduğunuzda birincil mizaç tipinizi bildiniz bile. Ben testi yapmadan önce birincil tipimin arabulucu, ikincisinin ise kaşif olacağına neredeyse emindim. Hoşgeldin kendini öven insan, buyur geç.


Test kitapta Türkçe olarak mevcut ama şurada İngilizcesi de mevcut, yapın bakalım: take me to the quiz.

“Yaptığınız test, sadece doğuştan gelen eğilimlerinizi, elinizdeki desteyi hesapladı. Seçimleriniz ve deneyimleriniz yoluyla, bu genetik temel üzerine daha dolu bir kişilik geliştirebilirsiniz.”

Helen Fisher

Testi çözdük, sıra aşkı bulmaya geldi.

Gelelim test sonuçlarının genel olarak değerlendirilmesine. Lafı dolandırmadan ortalama sonucu verelim:

“Kaşifler ile kaşifler, kurucular ile kurucular mutlu olur. Arabulucular yöneticilerin ilgisini çeker, yöneticiler de arabulucuların.”

Yukarıdaki sonuç ile zıt kutuplar mı birbirini çeker yoksa davul bile dengi dengine midir, cevabını mizaç bakımından vermiş oluyoruz. Kaşif ve kurucunun neden birlikte olmak istemediğini anlarız. Kaşif meraklıdır, yenilikçidir dolayısıyla kurucunun yerleşik düzenini devam ettirme isteği ve gelenekçiliği ile uyuşmaz. Bu durum hayata bakış açılarında temelden bir farklılık yarattığı için kaşifler ve kurucuların farklı özellikleri birbirini çekmeyen özelliklerdir. O sebeple kaşif kendisi gibi bir kaşifle, kurucu da kendisi gibi bir kurucuyla daha mutlu olacaktır. Yönetici ile arabulucu ise kendilerinde olmayan özellikler üzerinden yakınlaşabilirler. Örneğin yöneticiler daha mantıksal ve duygularını arka planda yaşayan insanlarken, arabulucuların duygularını ifade edebilme yeteneklerini takdir ederler. Arabulucular da benzer şekilde yöneticilerin mantıksal yanlarını ilgi çekici bulabilirler.

İkincil mizaç tipine dikkat!

Burada ortalama sonuçta belirtilmese de göz ardı edilmemesi gereken şey ikincil mizaç tipi. Testteki puanlama sistemine göre hangi mizacınız ne kadar baskınsa kendinizi o minvalde değerlendirmelisiniz. Fisher kitapta mizaç eşleşmelerini ve ilişkilerinde yaşanabilecek olumlu-olumsuz durumları kombinasyonlar şeklinde ayrıntılı bir biçimde ele alıyor. Benim burada hepsinden bir dal paylaşmak gibi bir niyetim yok. Zaten bu noktaya kadar okuduysanız, magma tabakasına kadar scroll yaptığınız bir yazı oldu.

Kader ağlarını örüyor.

Şuna da değinmeden geçmeyelim: arabulucu ve yöneticinin birbirini çekmesi adeta doğa ananın kurguladığı bir şey gibi görünüyor değil mi? Pek romantik. Genel anlamda kadın ve erkeklerin birbirinden etkileniyor olmasını yüzeysel olarak bununla açıklayabiliriz belki de. Ama yine de erkeklere testosteron ve kadınlara östrojen fıçısı olarak bakmak bizi kütük gibi çıkarımlara sürükleyecektir. Bu yanılgıya düşmeyiniz. Örneğin arabulucu-kaşif (birincil mizacı ve ikincil mizacı) ve arabulucu-kurucu kişiler birbirinden oldukça farklıdır. Yöneticilerin temel özelliklerinden biri ise bağımsız olmalarıdır ancak ikincil tipleri burada gene önemli bir role sahiptir. Örneğin yönetici-kaşif görebileceğimiz en bağımsız ve en yenilikçi mizaç olarak karşımıza çıkıyor, tutabilene aşk olsun. Bu durumda, her ne kadar birincil tipler uyuşsa da bu arkadaşın arabulucu-kurucu biriyle anlaşması oldukça zor olabilir. Yani kaba örneklerle bile işin karmaşık olduğunu anlıyorsunuzdur.

Sonunuz “Ayrı dünyaların insanıyız” olmasın.

Mizaç bakımından böyle bir eşleşme hüküm sürse de değerler bakımından benzerlik her zaman tercih sebebidir. Örneğin vegan biriyle, kurban bayramı ritüelleri olan birinin birliktelikleri pek sık rastlayacağımız bir senaryo değildir.

Her dört mizaç da kendi sosyoekonomik ve etnik altyapısından gelen; aynı eğitim ve zeka seviyesine sahip; benzer politik ve dini görüşleri olan; benzer sosyal hedefleri olan; aynı derecede maddi güce sahip, benzer sosyal ve iletişim yetenekleri sergileyen ve benzer espri anlayışı olan kişilere meyillidir. Bütün bu zeminlerde benzerlikler birbirini çeker. Antropologlar buna pozitif sınıflandırıcı çiftleşme veya uygunluk eşleşmesi der.”

Helen Fisher

Bize bir hap ver de yutalım artık!

Pekala tüm bunların bize nasıl bir faydası olacak? Benim kitabı okurkenki mottom insanı anlamaya biraz daha yaklaşmaktı, muhtemelen limit sıfıra giderken biz de insanı hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağız ama olsun. Belki kötü giden bir ilişkiniz varsa neden kötü gittiğini, ya da iyi giden ilişkinizin nasıl bu kadar iyi olabildiğini de anlamanıza bir nebze yardımcı olabilir burada anlatılanlar. Mesela eşiniz bir yönetici-kaşifse kendisini bi’ salın, bi’ rahat bırakın, özel alana ihtiyacı var; sürekli el ele oturmayı beklemeyin ondan. Ya da bir kurucudan sürprizler, plansız programsız spontan ritüeller pek beklemeyin; “istemiyor bunu yapmak, allah onu da böyle yaratmış” deyin. İşin şakası bir yana herkes beklentilerini bildiğinde ilişkiler de hayat da daha güzel olacaktır.

Biraz da eleştirelim.

İnsan ilişkileri konusunda önceliğimiz her zaman bireyin kendisini tanıması. Kendini tanımayan biri bir başkasından da neler beklediğinin farkında olamaz değil mi? Bunu her yazıda yazmaktan bıktım usandım. Şaka şaka, daha da çok yazarım. Tamam, diyelim ki kendimizi tanıdık artık. Diğer önemli nokta da bireyin yalnızlığını inşaa edebilmiş olması. Yani kendine faydası olmayan biri ilişki de kuramaz; “tek kanatlı iki kuş bir araya geldiğinde uçamaz”. Nereye geleceğim? Helen Fisher kitabın sonlarına doğru aşk doktoru minvalinde bazı tüyolar veriyor ki bana göre reklam kokan hareketler. Mesela bir yerde şu tarz bir cümle geçiyor: “bir başkasını sevmek için kendinizi sevmek zorunda değilsiniz”. Orada bir duralım Helen abla, o eli bi’ indir.

Şunu da belirtmek gerekirse Helen Fisher’ın mizaç konusunda pek olmasa da genel anlamda insan cinselliği hakkında -bu konuları Neden O kitabında bulmayacaksınız- öne sürdüklerine biraz daha şüpheci yaklaşıyor ve kendisini bu anlamda haksız bulan bazı bilim insanlarının görüşlerini biraz daha makul buluyorum, özellikle poligami-monogami konusunda. Detayı kısmetse başka bir yazıya artık.

İstiklal Marşı ve kapanış

İlk yazıda bahsettiğim toz pembe dönemde kişilerin mizaç özellikleri genellikle ön plana çıkmıyor. Ancak yol aldıkça bu özellikler gün yüzüne çıkıyor, bu sebeple ilişkilerde ciddi kararlar almak için pek aceleci olmamak lazım. Tabii bir ilişkinin akıbeti sadece mizaçların ve kültürel değerlerin uyuşması ile de belirlenemez. Bazen aslında bitik olan ya da hiç kurulmamış ilişkileri devam ettirme çabasında olabiliyor insanlar. Yani kurulmamış ilişki derken, ilişki dediğimiz şeyin tanımına vurgu yapmak istiyorum. Her ilişki ilişki değildir. Öte yandan, bana kalırsa insan mizaç özelliklerini de baskılayabilen bir canlıymış gibi geliyor. Bir nevi personadan bahsediyorum. İnsanı diğer canlılardan ayıran en turnusol kağıdı özelliklerinden biri kendi gibi davranmaması, yani persona geliştirmesi olabilir. Yani aslında kendinizi tanıyın mottosu çok ironik bir şey. İnsandan başka hangi tür buna ihtiyaç duyar ki? 

Velhasıl scroll magmadan çekirdeğe ulaştı.

Çilek: Biddi mi sonunda?

Tagged , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir