Derin Mevzular

Durmak Bilmeyenlerin İhtiyacı: Felsefe

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce nöronlarım arasında birtakım çatışmalar yaşandı. Biri “kalk gidelim bu düşünce bize göre değil” derken öbürü “b.k yeme otur aşağı” diye homurdandı. İşin içinden çıkamayınca tanrılar meclisini toplamaya karar verdik. Hangi işin içinden çıkamadın derseniz, düşüncelerimi derleyip toplama işinin içinden. Dağınık düşünceleri toplamak gerekiyorsa vakit blog yazma vaktidir. Bu sebeple biraz felsefe yapacağız.

Bazı soruları soramazsın, bazı cevapları alamazsın.

Biliyorsunuz ki insanın anlam yolculuğu felsefe ile başlar. Burada bazılarımız din ile başlar diyebilir, yani “felsefeden önce din vardı” diyebilirsiniz. Ancak ben anlam yolculuğunu, sorgulama ve akıl yürütme etkinliği olarak nitelendiriyorum. Halihazırdaki dini öğretilerde hayatla, insanla, tanrıyla vs ilgili sorulara verilmiş cevaplar vardır, bunlar için yeniden bir akıl yürütme de söz konusu değildir. Doğrusu zamanında birileri akıl yürütmüştür (gene iyimserim burada aslında. Belki de sadece rüyasında bir şeyler görmüştür) ve bazı sorulara bazı cevaplar vermiştir; yani bir miktar felsefe etkinliği bu oluşum aşamasındadır. Siz de size sunulan cevapları kabul ederek yola devam edersiniz. Mesela, kitaplı dinlerdeki tek tanrı inancı; kendinizi bu dinlerden birinin inananı olarak gördüğünüzde, tek bir tanrının olduğu bilgisi size sunulan paket içindedir ve sizin yorumunuza açık değildir. Kitabi dinleri bir kenara koyarak konuşacak olursak (o kadar eski değiller ve orijinleri bu amaca hizmet etmiyor), dini inançların bilgiye erişimin olmadığı çağlarda insanların bilme ihtiyacına cevap verdiği inkâr edilemez. Ama bu günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.

Mesele cevap vermek değil, cevabı buldurmak.

Bilim de dinlerin yaptığı gibi bazı sorularımıza cevaplar verir, fakat bu cevaplara giden yolda ciddi bir akıl yürütme söz konusudur. Cevaplarda yer alan bilimsel bilgi Popper’ın teorisine göre “yanlışlanabilirlik ilkesi”ne uygun olmalıdır. (Örneğin, “dünya düz değildir” dediğimde bunu yanlışlayabilecek, kişilerden bağımsız bilimsel bir mekanizmamız vardır. O zaman bu bilimsel bir bilgidir.) Bu yanlışlanabilir olma durumu ise bilimi tadından yenmez hâle getirir. Bu teori kapsamında verilebilen cevaplar yoruma açık olmazken, yine bu teori kapsamında kaldığınızda bazı soruları hiç soramazsınız. Örneğin, tanrının varlığı ya da yokluğu meselesi bilimin konusu değildir. Neden? Bir kere tanrının bilimsel olarak bir tanımını yapamazken, varlığını ya da yokluğunu yanlışlayamayız. O yüzden bu  sorunun cevabını bilimde değil felsefede arayabilirsiniz. Fakat bulur musunuz bilemem. Çünkü felsefenin bize net cevaplar sunmak gibi bir garantisi yoktur. Buna uygun bir mekanizması (bilimde olduğu gibi) da yoktur. Böyle bir kaygısı da yoktur.

Zelda ufka bakıp varoluşunu sorgularken…

Bilgiye erişim arttıkça tabiri caizse dinlere herhangi bir güncelleme gelmemesi, cevapların süreç içinde değişime kapalı olması, kısaca dogmatik bir yapının olması felsefeyle örtüşmeyen bir olgudur. Yani ilerleyen bir yapı yoktur. Felsefe ile bilimde ise durum bu şekilde değildir, ikisi de kümülatif bir şekilde ilerler. Ne demek bu? Felsefe yapacaksanız, oturup sizden önce birileri ne demiş diye bakacak ve onların görüşlerini göz önünde bulundurarak kendi düşüncenize yön vermeye çalışacaksınız, yani akıl yürüteceksiniz. Bu durumda, felsefe hiçbir bilgi ve deneyimi göz önünde bulundurmadan elinde bir kadeh şarapla tavana bakarak hayatla ilgili aforizmalar türetmeye çalışmak demek değildir. Bunu yapmanızda bir sakınca yok elbet, fakat adına tam olarak felsefe denmez muhtemelen.

Böyle mi söyledi Zerdüşt?

Üstüne eklenerek gelişen kümülatif yapıyı bilimde görmek daha kolaydır. Hemen sorumuz gelsin: herkesin çalışması birbirinden bağımsız olsa gelişme kaydedilebilir miydi? Örneğin, ben yerçekiminin nasıl işlediğini açıklayan yeni bir teori ortaya atacaksam, bu konuda daha önce yapılmış çalışmalara bakmadan, mesela Newton’dan haberdar olmadan bunu yapmaya kalkmam kulağa mantıklı gelir mi? Gelmir, gelmez. Benzeri felsefede de vardır. Filozofları bir fanusun içine alıp felsefelerini o şekilde değerlendirmek yanlış bir yöntem olacaktır. Buna da bir örnek vermek gerekirse Zerdüşt’ten bahsedebiliriz. Nietzsche’nin Böyle Söyledi Zerdüşt adlı eseri oldukça popülerdir. Fakat felsefeye bu kitapla başlamak isteyenlerin hevesini bir kabusa dönüştürebilir. “Bu adam ne saçmalamış!” deyip geçebilirsiniz. Halbuki Nietzsche’ye gelene kadar belki de okunması gereken koca bir felsefe tarihi külliyatı vardır. Mesela Zerdüşt karakterinin aslında Herakleitos olabileceği yorumlar arasındadır. Sözüm ona Herakleitos’dan bihaber olduğumuzda bu yorum bizim için bir şey ifade etmez. Buna benzer anlam karmaşalarını aşabilmek için bu kümülatif ilerlemeyi göz önünde bulundurmak gerekir.

Gelelim gerek bilimde gerekse felsefede meselenin özü sayılabilecek olan akıl yürütme işine. Bilimde daha sistematik bir şekilde ilerleyen bu akıl yürütme etkinliği, felsefede de olmazsa olmazdır. Peki bu akıl yürütme işi nedir, nasıl yapılır?

Akıl nedir? Nasıl yürütülür?

Akıl yürütmek diyorsak önce akıl ile ilgilenelim efendim. Akıl nedir? Prof. Dr. Ahmet Arslan aklı insanlığın geçmiş çağlardan bugüne dek biriktirdiği bilgiler ve deneyimler olarak tanımlıyor. Tanımdan yola çıkarsak bu birikmiş bilgi ve deneyimleri yok saymak, düşünceyi bunları kullanmadan inşa etmek akılsızlıktır. Bakın tanımın güzelliği, bize aklın edinilebilecek, öğrenilebilecek bir şey olduğunu söylemesindedir. Yani kimse akıllı bir biçimde doğmaz. Bunu “insan zihni boş bir levhadır” manasında söylemiyorum, aman ha. Zeka ise doğuştan gelen ve tamamen genetik olan şeyimiz, karıştırmayalım. Ne demiş atalarımız? Armut dibine düşer. Dünyaya gelmiş biri için zeka konusunda yapacak pek bir şeyimiz yok (bir de ilk 2 yaş çok önemli, çocuğa anne bakmalı, neyse o başka yazının mevzusu.) ancak akıl konusunda epeyce işimiz var. O zaman zeka ile akıl arasındaki ilişkiyle devam edelim.

Zeka ile akıl arasındaki bağıntı şu şekilde açıklanabilir: genetik yapınızın size çizdiği zeka çerçevesince akıl yürütebilirsiniz. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabilir miyim: zeki biri gayet akılsız olabilir. Kişi kendini donatmazsa, zekasının kullanacağı hammaddeyi ona sunmazsa, zekası bir köşede öylece durur, kimseye bir faydası olmaz. Kimse bu zekanın farkına da varmaz. Gözünden filan fışkırmaz. Bir kere o input’u vermemiz gerekiyor. Bunu somutlaştıracak örnekler yazdım, yazdım sildim. Çünkü örneklerimde olayı baside indirgemeye çalışırken her seferinde anlam kaybına uğradığımı fark ettim. Benim beceriksizliğim de olabilir tabii. Belki insanlığın bilgi birikimi ve deneyimlerinden yeterince faydalanamadığım için örneği yazamadım. Belki de çoktan birileri bu örneği yazmıştı ancak ben o bilgiye erişmediğim için size de aktaramıyorum. Bilmem anlatabildim mi?

“Aptal ya valla geri zekalı bunlar…”

Şimdi bu “zeki biri akılsız olabilir” önermesi sağduyumuza aykırı gelebilir. Ancak toplumları ve beynin çalışma biçimini biraz inceleyecek olursak zeki insanların akılsızca yaşamalarının gayet mümkün olabileceğine ulaşırız. O zaman beyin nasıl çalışıyor? Beyin çevresinde nasıl bir ortam varsa ona göre şekil alıyor efendim. Her zaman olduğu gibi atalarımız boş durmamış, bu konuda da iki çift laf etmiş: üzüm üzüme baka baka kararır. Bu sebeple beyni nasıl bir çevreye, daha da ötesi nasıl bir eğitime maruz bıraktığımız çok önemli. Eğitim her açıdan önemli ama bu açıdan daha bir önemli. Toplumlara baktığımızda beynin bu çalışma biçimini gözlemleyebiliriz. Toplumu oluşturan insanlar benzerdir, aksi takdirde toplumu oluşturamazlardı, bravo. Tabii ki yaşadıkları toplumun ortalamasından farklı düşünen insanlar vardır. Hele ki günümüzde bilgi kaynaklarına ulaşmak o kadar kolay ki bunun olmaması tuhaf olurdu zaten. Ancak ortalamaya baktığımızda toplumdaki insanlar benzerdir. Dolayısıyla verilen eğitimle, bir bakıma toplumun ortalama beyni inşa edilecektir diyebiliriz. Şayet bu eğitimde insanların düşünmelerini ve sahip oldukları zekayı kullanabilmelerini, yani akıl yürütmelerini sağlayacak bir içerik yoksa, bu bize o toplumdaki insanların zeki olmadığının bilgisini vermez. Peki neyin bilgisini verir? O toplumdaki insanların akıl yürütmenin ne demek olduğunu öğrenmediklerinin bilgisini verir. Çok da basit bir denklem. Ama sağduyumuz bize gelişmemiş bir toplum gösterildiğinde “aptal bunlar ya valla geri zekalı bunlar” gibi söylemler yaptırabilir. Peki denklem bu kadar basitse neden bazı toplumlar bu kadar gelişmişken bazıları değil? Günümüz için konuşacak olursak bu bilgiye sahip olunmasına rağmen değişime gidilmiyorsa, bunun çıkacağı nokta siyasettir. Birilerinin akıl yürütebilmesi başkalarının işine gelmeyebilir… Peki dünya üzerindeki tablo nasıl oldu da bu hale geldi? Yani neden orta doğu gelişmedi de batı dediğimiz kesim gelişti? Burada denklem o kadar basit değil. Birileri basitçe anlatmaya çalışıyorsa bolca indirgeme yapıyor olabilir. Bu sorunun cevabını verebilmek için çokça kitap yazıldı. Tüfek Mikrop Çelik de güzel bir örneğidir. Belki başka bir yazıda eyyorlarız, kısmet.

Merhaba Maslow, felsefe için kaç kat çıkmamız gerekiyor acaba?

Maslow’un İhtiyaçlar Piramidi. (Evrim Ağacı’ndan aldım, onlar da başkasından almış. Maslow’a kadar yolu var.)

Anlam yolculuğu felsefe ile başlar dedik buralara kadar geldik. Peki bu anlam arayışına düşmek nereden icap etmiştir? Aristoteles’e göre “bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler”. O zaman bilgi arayışı manasına gelen felsefe bir ihtiyaçtır. Ancak Maslow’un ihtiyaçlar piramidini dikkate aldığımızda felsefe biraz üst basamaklarda yer alan bir ihtiyaç gibi görünür. Bu düşünceyi, felsefenin ortaya çıktığı koşulları incelersek destekleyebiliriz sanırım. Felsefenin neden Antik Yunan’da ortaya çıktığını kurcalarsak o zamanki şartların felsefe etkinliği için uygun bir ortam sağladığı görüşü ileri sürülür. Peki neydi bu uygun şartlar? Bağımsız bir devlet yapısı, çok kültürlülük, zenginlik, yeterli boş vaktin sağlanması, özgürlükçü bir düşünce ortamı gibi şeyler. Hatta bu özgür düşünce yapısını o zamanın tanrılarında bile görebiliriz. Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü’de şöyle bir cümle kurar:

“Eski Yunan, insani zaafları olan mitolojik tanrılarıyla çok daha özgür bir toplumdu. O her şeye kadir Zeus, kılıbık bir kocaydı.”

Gündüz Vassaf
2018 temmuzunda Atina. Antik Yunan’ın en büyük Zeus tapınağının sütunları arasına Parthenon’ı kıstırmışım.

Uzun lafın kısası felsefe için piramidin ilk iki basamağını epey bir halletmek gerekiyor. Ancak bunun aksini gösteren örnekler tarihte her zaman olmuştur. Mesela Marx, ailesinin geçimini zar zor sağlayabiliyordu. Çocukları genellikle açlık içinde ve hastaydı. Bu sebeple daha yetişkinlik çağına gelmeden üç çocuğunu kaybetmişti. Ama felsefenin hangi şartlar altında kendine yer bulabileceğini kişiler özelinde değerlendirmek pek doğru olmayacaktır.

Diyojen vs Platon

O zaman temel ihtiyaçlarını gideremeyen bir toplum büyük olasılıkla felsefeyle de pek ilgilenmeyecektir. Fakat bu bahsi kapatmadan bir parantez açıp Diyojen’e sıçramak istiyorum. Zira kendisi Maslow’un ihtiyaçlar piramidini fıçısı ile devirebilir. Hayatının özeti fakirlik olan bu çılgın adam ihtiyaç kavramını yeniden yaratmaya çalışır. Diyojen piramidi deviredururken Platon’la olan sürtüşmesi epey komiktir. Platon hem anne hem de baba tarafından krallar ve tiranlar soyundan gelir. Diyojen gibi fakir değildir. (Celal Şengör’e soracak olursak kendisi Platon için “elit oğlu elittir” der sanırım. Çünkü Şengör’e göre elit olmak için çok iyi eğitim almak, entelektüel olmak, alanında başarılı olmak vs yeterli değil, ailenizin de elit olması gerekmektedir.) Devlet’i okuyanlar bilir; Platon’a göre nasıl ki bir gemi kaptan olmadan düzgün idare edilemezse, devletin yönetimi de bu konuda bilgi sahibi olan insanlar tarafından sağlanmalıdır. Bu insanlar da tabii ki bu iş için eğitim görmüş olan filozoflardır. Platon’un tek felsefesi bu olmasa da buradan elitist bir sistem düşüncesi olduğunu çıkarabiliriz. Diyojen, Platon’un felsefesini beğenmez ve onu “elitist bir züppe” olarak görür.

“Ah eğleniyor kendi başına, ah fıçısı yeter…”

Nur topu gibi yeni bir ihtiyacınız doğdu

Maslow’a geri dönecek olursak, piramidin  basamaklarından birindeki tüm ihtiyaçlar yüzde yüz giderilmese bile başka basamaklardan da ihtiyaçlarımız olabilir. Yani basamaklar arası kesin çizgiler yoktur. Belli oranlarda birçok basamaktan farklı farklı ihtiyaçlarınız olabilir, kaldı ki basamaklardaki kategorilere bakacak olursak birçoğu birbirini tetikleyen şeylerdir. Maslow der ki “insan bir ihtiyacını giderdiğinde, yeni bir ihtiyaç ortaya çıkar”. Bu ne şimdi? Çok şükürsüz ve memnuniyetsiz canlılarız.  Kapitalist sistemde toplumun büyük bir kesiminin 2. ve/veya 3. basamakta debelenip durduğunu biliyoruz. Hal böyle olunca anca sen ben düşeriz felsefenin peşine. Şaka bir yana geçim derdinde olan biri için şurada yazdıklarım pek anlamsızdır.

Felsefe öldü mü?

Diyelim ki ilk üçü fulledik, bu otomatikman 4. basamağa da etki edecektir bence. Maslow bunları böyle ayırmış da aile ve arkadaşlık konularında iyi durumda olan biri bence saygıyla ilgili konularda da fena değildir. Bunlar birbirinden çok da bağımsız şeyler değil gibi. Neyse, peki tüm bunları halletmiş olanlar felsefeye de ihtiyaç duymaya başlar mı? Bence öyle değil. Aslında felsefe tüm basamakları ilgilendiren konularda bir şeyler söyler. Bu basamaklardaki her konu bilimin bir çalışma alanı olmayabilir. Mesela ahlak konusunda bir şeyler öğütlemek bilimin işi değildir. Hele ki bilimin olmadığı çağlarda felsefenin ne kadar değerli olduğunu buradan görebiliriz. Zaten bilim tarihine baktığımızda temeli felsefe olmayan bir alan görmek zordur. Günümüzde durum daha farklı, hemen her konuda bilimsel bir çalışma var. Bu konuda Ahmet Arslan felsefenin gündelik hayattaki önemini vurgulamak için “bilim size kiminle evleneceğinizi, hangi yönetim sisteminin daha iyi olabileceğini söylemez” der. Evet bilimin böyle bir hareket noktası yoktur ama yapılan araştırmaların sonuçlarına bakarak bu konularda akıl yürütebiliyoruz. Örneğin yıllarca çiftler üzerinde araştırmalar yapıp hangi insanların birlikte olduğunda daha mutlu olabildiklerini ortaya koyabilen antropologlar var, Helen Fisher gibi. Bu durumda, günümüzde felsefeye olan ihtiyaç geçmiş çağlara nazaran azalmış mıdır? Daha da ileri gidersek Stephen Hawking’in söylediği gibi felsefe ölmüş müdür? Kısa cevabım hayır. Hatta Hawking de bu sözü bir serzeniş mahiyetinde söylemiş olabilir, tıpkı Feynmann’ın “bilim felsefecilerinin bize yol göstermelerine ihtiyacımız var ama artık bunu yapmıyorlar” demesi gibi. Kant’ın şu sözü bilim ile bilim felsefesi arasındaki ilişkiyi güzel özetler:

Bilimsel verilerle hareket etmedikçe bilim felsefesi boştur, bilim felsefesinin rehberliğinde yapılmayan bilim ise kördür.

Immanuel Kant

Bilim felsefesinin de ötesinde, insan düşünmeye devam ettikçe felsefe yapmaya olan ihtiyacımız da sürecektir.

Son durak neresi?

İnsan ne kadar az şey bildiğini düşündüğü zaman felsefeye giden esas yol açılıyor. Yani salt merak ya da baz ihtiyaçları gidermek yeterli değildir. Şüphecilik olmazsa olmazdır. Yoksa o merak çok çabuk biter. Felsefe ise ikna olmadıkça gelişir. Belki de insan en çok iyi bildiklerinden şüphe etmelidir şu hayatta. Zira iyi bildiğimizi zannettiğimiz şeylerin büyük bir kısmı aslında bir şekilde bize ezberletilmiş ya da aksini hiç görmediğimiz şeylerdir. Bu ezber bilgilerin bazıları son derece komik olmasına rağmen kültüre o kadar yerleşmiştir ki, aksi düşünülemez. Konusu bile açılmaz. Ancak gün gelir devran döner ve o kültür ya da fikir yerle bir olabilir. Bir zamanlar köleliğin oldukça sıradan bir şey olması buna güzel bir örnektir. Aristoteles kölelerin köle olmaktan başka bir şey yapamayacağını, doğaları gereği öyle olduklarını söylemiştir. İlginç bir biçimde, dünyanın bu fikrin saçmalık olduğunu kabullenerek hareket etmesi için yaklaşık on sekiz yüzyıl geçmesi gerekti. Kıssadan hisse yaparak yazıyı sonlandıralım. İnsanlık tarihi böyle değişimlerle doluyken, fikirlerin peşinde helak olmak insanın en büyük lanetlerinden biri olabilir. Bu durumda felsefe, ancak durmak bilmeyenlerin çıkmaya ihtiyaç duyduğu bir yolculuktur.

Tagged , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir